Bazı muhafazakâr İslamcı sosyal medya ve iletişim gruplarında Yusuf Kaplan’ın Yeni Şafak’ta yayınlanan “Türkiye’nin istiklal ve istikbal mücadelesi tehlikede!” başlıklı yazısı paylaşılıyor, gafil olunan bir tehlikeye karşı ‘camia’ muhasebeye davet ediliyor. Yazının en dikkat çekici bölümü Türkiye’de genç nesillerin sekülerleştiği, dinden uzaklaştığı, İslâm’a olan aidiyet bilincini ve bağlarını kaybettiği, bunun da varlığını İslam’a borçlu olan bu toplumun yok oluşu anlamına geldiğidir. Benzerlerini çok okuduğumuz, pek de yeni olmayan bu haykırış İslami camiayı yine bir tefekküre daldırmış görünüyor. Evet, aslında tam da Kaplan’ın yazısının sonunda dediği gibi “genç kuşaklar İslâm’ı terk etmeyecekler de ne yapacaklar!” Fakat bunun sebebi olarak öne sürdüğü gerekçeler acaba gençlerin dünyasında neye tekabül ediyor? Hangi İslam terk ediliyor? Sorun tam olarak nedir?
Bir kere muhafazakâr çevrede Yusuf Kaplan’ın temsil ettiği perspektif fazlasıyla soyut, makro, özcü ve dışlayıcıdır. “Yangın”, “felaket”, “yok oluş” feryatlarıyla tam olarak neyi kast ettiği, hayatın içinden hangi bela ve musibetlere işaret ettiği belki ancak yine onun jenerasyonundan okurların kendi anlam dünyalarına yansıtabildikleri ölçüde birer tefekkür unsuru olarak kalıyor. Sözleri genç kuşaklar nezdinde ise neredeyse hiçbir şey ifade etmiyor. Bu durum aslında Türkiye’de İslami cemaatlerin her daim temel sorunu olagelmiştir. Bir yanda kadim kültürümüzün kemikleşmiş belli öğelerince biçimlenen ve daima kahir ekseriyeti teşkil etmiş olan memleketin ‘Müslüman evladı’, diğer yanda Cumhuriyet tarihi boyunca bundan farklı bir Müslümanlığı yaygınlaştırmaya çalışan, ister sûfi ister selefi olsun, fakat hepsi de bu ekseriyetin diline, dünyasına nüfuz etmekte başarısız kalmış azınlık cemaatler, tarikatlar v.dğr. Acaba ‘İslam’ın bugünün dünyasına söyleyecek sözü yok mudur? Yoksa bu, hayatın akışkanlığı, çeşitliliği ve zenginliği karşısında insanları sürekli dondurulmuş rafine söylemlere çağırmaktan, yani ‘hayatı yadsımak’tan mı kaynaklanıyor? Emin olduğumuz en bariz gerçek, kapanacak görünmeyen bir iletişim mesafesinin her şeyi bulanıklaştırdığıdır. Bu yüzden yazımızda İslam kelimesi de tırnak içinde tutulmayı gerektiriyor. Hangi İslam? Kimin İslam’ı?
***
Kaplan, yazısına yine kallavi bir girişle başlıyor: “Türkiye, çok yönlü, kapsamlı ve zorlu bir istiklal ve istikbal mücadelesi veriyor.” Devamında “..uzun soluklu bir medeniyet yürüyüşüne çıktığımızı..” vurguluyor. Hocanın bu cümlelerine yine kendi aktardığı tespitle paralel bir yanıt verelim: Evet, genç nesiller bu mücadelenin, medeniyet yürüyüşünün ne olduğunu bilmiyor, çünkü umurlarında değil. Bu umursamazlığın nedeni cehalet değil, tersine bu kavram demetleriyle ne kastedildiğinin belli olmaması, daha ötesi, bu kavramlarla süslenen tez ve iddiaların genci yaşlısı bu memleketin Müslüman evladına artık fazlasıyla itici gelmesidir. Medeniyet kavramını, on yıllar, yüzyıllar içinde bir çerçeve kazanan, belli bir coğrafyada yaşayan bir topluluğu tanımlayan öğeler bütünü olarak düşündüğümüzde Türkiye’de ‘İslami hareket’ acaba bu bütüne hangi unsurları dahil edebildi? Bugün Müslüman, mütedeyyin, muhafazakâr, İslamcı denilince akla hangi nitelikler geliyor? Cemil Meriç’in ölçütüyle, medeniyet iddiamız insana ne kadar değer katabildi?
“Müslüman olmadan önce gerçekleştirdiğimiz ilk yolculukta, pagan ve barbar Batılılardan farklı bir şey yapmadık.” Herhalde bu cümlenin ardında Müslüman olmayan toplumlarda adaletten, değerden, ahlaktan, hukuktan, refahtan söz edilemeyeceği ön kabulü yatıyor. Fakat gençler bu varsayımlara değil, toplumsal, siyasal ve ekonomik verilere bakıyor. Çoğunluğu tam da bu unsurlar için Batı ülkelerinde yaşamak istiyor.
Kaplan bir yerde “Bu iş, hamasetle, sloganla filan olacak bir iş değildir.” diyor. Fakat genç nesiller tam da yukarıdaki kavramlar demetini, üslubu ve verdiği mesajı hamaset ve slogandan ibaret görüyor. Türkiye’de ‘İslami hareketler’ -yalnızca genç nesillerle de değil-, her yaştan, mezhepten, meşrepten, inanç ve ideolojiden memleketimin insanıyla iletişime geçebilmek istiyorlarsa artık başka bir dil kullanmalılar.
“Varlık sebebimiz” İslam hakkında genç kuşak acaba ne düşünüyor? Hangi İslam? Dinsel inancın ve aidiyetin belli bazı kıyafet ve saç sakal modellerine indirgendiği, kişiyi sokağına, mahallesine, toplumuna yabancılaştıran ve aklını kiralamak isteyen bir yapıya mı dahil olsun? İçinde yaşadığı toplumu, hatta ebeveynini dahi küfürle itham ettiren, dışlayıcı, hakikat tekelcisi bir gruba mı katılsın? Elbette bu iki anlayışın farklı ve yumuşak tonlarda tezahürleri mevcut. Fakat günün sonunda hayatı yadsımak çoğunun ortak özelliği. Acaba İslam öte dünya çileciliğini mi vaz etmekte? İslam’ın protestanlaştırıldığına yönelik sık sık dile getirilen eleştiriler herhalde bu perspektiften hareket ediyor olsa gerek. Maalesef elde bundan farklı düşünmemize imkân verecek bir entelektüel malzeme de yok. Acaba İslam nasıl bir siyasal, ekonomik, toplumsal veya estetik düzen öngörüyor? Genç kuşaklar bir yana, genel olarak çağın insanına hitap edecek ne var elimizde? Yoksa bu soru ‘çağı İslam’a uydurmak yerine İslam’ı çağa uydurmak’ tehlikesini mi barındırıyor? Ne otantik bir itiraz(!) Fakat elde var sıfır.
On yıllar boyu ülkede en güçlü biçimde örgütlenmiş, siyasal ve sivil toplumun her alanına yayılmış, milyonlara güven vermiş bir cemaat günün birinde çıkıp hırs ve iktidar uğruna masum insanlara silah doğrulttu, yüzlercesini katletti. Genç kuşaklar, bir taraftan cemaat kavra mının yerini terör örgütü’ne bıraktığı bu travmatik olayın etkisi sürerken, diğer taraftan ortaya çıkan boşlukta nüfuz alanını gittikçe genişleten, fakat bu ülkenin insanı ile hala iletişim kuramamış cemaatlerin vaz ettiği muğlak ‘İslamlar’dan kaçmasın da ne yapsın!
Kaplan’ın sık sık değindiği tehlikelerden biri Türkiye’nin sekülerleştiği, hatta bunun sağ-muhafazakâr iktidarlar eliyle gerçekleştirildiğidir. Onca literatürü hıfzetmiş Yusuf Kaplan Hoca’yı sekülerleşme kavramını yeniden düşünmeye davet etmek biraz hadsizlik olacak mıdır? Fakat kavramı salt dünyevi arzulara, değerden, ahlaktan yoksun hedonizme indirgemesi de haksızlık değil midir? İslami çevrelerde harcıalem kullanılan ve yadsınan bu kavramın bireysel ve toplumsal açıdan farklı okuma biçimleri olduğunu hatırlatmak bize düşmez mi yoksa? Bu kavramın kendisinin temsil ettiği kitlelerce bu kadar ezbere kullanılmasına gönlü nasıl razıdır?
***
Kaplan “dünyanın Covid-19 salgınını bile İslâm’ın temizlik anlayışı ve korunma yöntemleriyle yenmeye çalıştığı”nı söylüyor. Genç nesiller bu geçmişe öykünme hikayelerinden de bıktı. Müslüman düşünürlerin, bilim insanlarının, felsefecilerin bir zamanlar dünyaya ilham vermiş olduğunu tekrar ededurmamızın geçmişle avunmaktan öte ne faydası var? Bugün Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelerin sokaklarında gezelim, bir de şeytanlaştırdığımız “barbar Batı”nın sokaklarında…
Gençlerin gündeminde, “yeniden tarihin akışını değiştirecek bir aktör olmak” adına dünya ile kavga etmek değil, tersine dünya ile entegre olmak, her ülkede Türkiye pasaportunun itibarıyla dolaşabilmek var. Türkiye’nin refah, huzur, güven ve özgürlükler ülkesi haline gelmesidir hayali. İddianızda ısrarlıysanız, gençlere neden bunun kavga etmeden mümkün olamayacağını anlatın.
“İslâm’la ilişkisi sıfırlanan, aidiyet bilinci yok olan kuşaklar, bu toprakları koruyamazlar.” Kaplan’ın jenerasyonunun göremediği bir diğer nokta, gençlerin artık dış mihraklar, lobiler, Türkiye’yi bölmek ve yıkmak için kapalı kapılar ardında gizli toplantılar yapan büyük güçler edebiyatından da sıkıldığı gerçeğidir. Kimi kime karşı koruyoruz? Gençler ‘şu kavgacı moddan bir çıkın, bir etrafınıza bakın, iletişime geçin, konuşun, etkileşin’ diyor.
Gençler “tarih yapan aktör Osmanlı’yla”, yüzükle, tesbihle ilgilenmiyor. Teknolojinin sunduğu engin imkanlarla ilgileniyor, kaliteli eğitim, istihdam, güvenli ve huzurlu bir yaşam, özgürlük, ekonomik refah ve öngörülebilir bir gelecek istiyor. Duruş, yürüyüş, mefkûre bunlardan hangisiyle ilgilidir? Gençlere bunu anlatın!
***
Nesiller elden gitmiyor. Bilakis, nasıl ki bizler ve bizden önceki nesiller, içinde yaşadığımız çağın koşullarınca şekillenmiş, ancak o çağın dili ve düşünce dünyası içinden konuşabilmişsek, gelecek nesillerimiz de yok olmayacak, fakat evet, farklı olacak. Hayatı yadsıyan iddia ve çabalara rağmen hayat kendisini dayatmaya devam edecek. Bu, vahyin doğduğu mekân ve zamandan bugüne böyledir. Tam da bu yüzden, İslam’ın bağlamla ilişkisine dair henüz hala filizlenme aşamasındaki tartışmaların olanca yoğunluğuyla sürmesi gerekiyor ki genç nesillerimiz ortaya çıkacak külliyattan daha adil, daha estetik, daha güçlü bir Türkiye çıkarabilsin.
***
Lütfen artık davayı, duruşu, yürüyüşü, dirilişi, muştuyu, medeniyeti, mefkûreyi bir kenara bırakalım. Hepimizin bildiği anladığı cümlelerle konuşalım. İnsanlar işsizlikten, kayırmacılıktan, sokaklarımızı, ekranlarımızı, en tepeden en ücraya her yanımızı saran şiddet dilinden ve kabadayı kültüründen, nezaketsizlikten, mezhebe, meşrebe, inanca, ideolojiye, dünya görüşüne dayalı ayrımcılıktan, taciz haberlerinden, kadın cinayetlerinden bıktı usandı. Gençler özgür, adil, şeffaf, öngörülebilir bir gelecek istiyor, doğanın ve hayvanların hakkını arıyor. Bunlar için kesif bir İslami jargona veya aidiyete ihtiyaç da yok. Yoldaki bir çukur İslamcının da Alevinin de Sağcının da Solcunun da aracında kazaya sebep olur. Yasal mevzuata göre yapılmamış bir bina çöktüğünde içinde yaşayanın kimliği onu kurtarmayacaktır. Acaba duruş, yürüyüş sahipleri, mücadele ve dava adamları mefkûrelerine bu başlıkları sığdırabilirler mi?
Somut analizlere, istatistiklere bakalım. Bir tıkla tüm dünyayı okuyabileceğimiz bir çağdayız. Türkiye’nin yoksulluk, sağlık, eğitim, ekonomi, demokrasi, medya, özgürlükler, doğanın korunması, hayvan hakları, sosyal adalet, hukukun üstünlüğü, şeffaflık, sürdürülebilir kalkınma vb. kriterlerde karnesi nasıldır? Eğer bu veriler veya bu verilerin ‘empoze edildiği’ ‘şer merkezleri’ muhafazakâr zihnin umurunda değilse, bilsinler ki bunlara sağır kalacak bir ‘İslam’ da o kaybolmasından korkulan genç nesillerin umurunda olmayacak.