GÜRKAN ZENGİN
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, 14 Aralık 2018 günü şöyle diyordu:
“Açık konuşuyorum, Türkiye Fırat’ın doğusunda terör bataklığına müdahale konusunda yeteri kadar zaman kaybetmiştir. Bundan sonra tek bir gün bile gecikmeye tahammülümüz yoktur.”
Bunlar, Türkiye’nin güney sınırlarındaki vaziyetin vahametini gösteren sözlerdi. Ancak o tarihten bu yana 200 günden fazla zaman geçmiş olmasına rağmen, Türkiye Fırat’ın doğusundaki tehdidi bertaraf edecek hamleyi yapabilmiş değil. Aralık 2018’den bu yana bu tehdidin bertaraf edilmesinde Türkiye’nin önüne dikilen engel ‘dost ve müttefik’ Amerika Birleşik Devletleri’dir.
Fırat’ın doğusuna harekât için ‘artık eli kulağında’ denilen son zaman dilimi geçen haftaydı. Türkiye’nin sınıra yığdığı 80 bin asker hazırlıklarını bitirmiş, harekât emrini beklemeye başlamıştı. Daha önce Başkan Trump’ın ağzından, ‘Kürtleri vurursa Türk ekonomisini mahvedeceğini’ ilan eden Amerikan yönetimi bir kez daha devreye girdi ve Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey başkanlığındaki heyet Ankara’ya gelip Türkiye ile ‘koordinasyon’ görüşmelerine girişti. 5-7 Ağustos tarihlerindeki bu görüşmelerin sonunda ortaya üç maddelik bir mutabakat metni çıktı. Bu görüşmelerin neticesi olarak, Türkiye’nin güvenlik endişelerini giderecek tedbirlerin ‘bir an önce’ uygulanacağı, bu çerçevede bir ‘Müşterek Harekât Merkezi’nin ‘en kısa zamanda’ kurulacağı ve yerinden edilmiş Suriyelilerin ülkelerine dönmeleri için ilave tedbirlerin alınacağı bildirildi. Türkiye’deki televizyonların ‘harekât için anlaşma’ diye verdiği mutabakatın en somut sonucu harekâtın zamana yayılması, daha açık ifadeyle başka bahara kalması oldu.
ABD’NİN POZİSYONU VE İKİNCİ ÇEKİÇ GÜÇ TUZAĞI
Millî Savunma Bakanı Hulûsi Akar, ortak metnin açıklanmasından birkaç saat önce, “muhataplarımızın görüşlerimize yaklaştığını memnuniyetle müşahede ettik” diye konuşuyordu, ancak ortak açıklamada hangi tarafın diğerinin görüşlerine ne kadar yaklaşmış olduğunu görebileceğimiz bir içerik çıkmadı. ‘Mutabık kalınmıştır’ diye biten ortak açıklamalarda, Türkiye’nin harekât hedeflerinde ne şekilde bir mutabakata varıldığının bir cevabı yoktur. Bu belirsizliklerin, Amerika’nın Suriye dosyasında Türkiye’ye verip tutmadığı sözler göz önünde bulundurulduğunda, zihinlerde şüpheler yaratması doğaldır. ABD’nin bu harekâtın en fazla 15 km derinlik ve 140 km uzunlukta icrâ edilmesinde ısrar ettiğini, Amerikalı heyetin Ankara’ya gelmesinden bir gün önce The Washington Post’a sızdırılan haberlerden biliyoruz. Bunlar, Amerika’nın önceliğinin Türkiye’yi ‘PKK koridoru’nun kurulduğu bölgeden uzak tutmak olduğunu gösteriyordu.
Biraz daha açacak olursak, Amerika’nın pozisyonu şuydu:
“Fırat’ın doğusuna yönelik ortak harekât batıdan doğuya doğru Tel Abyad-Resulayn (Akçakale- Ceylanpınar) arasındaki takriben 140 km’lik sınır hattında yapılsın. Harekât alanının derinliği ise en fazla 15 km olmalı.”
PYD/YPG/SDG bileşenlerinin Fırat’ın doğusunda fiilen 480 km’lik bir hattı kontrol ettiği dikkate alınacak olursa, Amerikalılar Türkiye’ye şunu demiş oluyordu: ‘Harekât bölgesi dışında kalacak olan 340 km’lik sınır hattı, en fazla 15 km güneyden başlamak üzere bu örgütlerin kontrolüne bırakılsın. Türkiye olarak siz de buna yazılı mutabakat verin. Yani bu alanları kendi rızanızla bu örgütlere teslim edin.’
Amerika’nın pozisyonunda mutabakata varmak, PKK/YPG/SDG’nin işgal ettiği alanın bu gruplar için bir ‘güvenlikli bölge’ haline dönüşmesi, dahası Türkiye’nin bu alana müdahale etmeyeceğini taahhüt etmesi anlamına geliyordu. Türkiye’nin herhangi bir harekât planında kendi öncelikli hedeflerinden taviz vermemesi bu açıdan hayati önemde. Bugün için harekâtı yapmamak/yapamamak bile orta–uzun vadede hareket/harekât alanlarını sınırlandıran bir ‘mutabakat’tan daha iyidir. Zira aksi bir durumda, dışarıda bırakılacak alanların Amerika eliyle örgütün meşruiyet sahasına dönüştürülmesi riski bulunuyor. Bu durum, Türkiye’nin kendi ayağına kurşun sıkması anlamına gelir. Görüşmelerin içeriğine dair henüz ayrıntılara vâkıf değiliz, ama en azından Türkiye’nin böylesine tehlikeli bir mutabakat tuzağına düşmediği anlaşılıyor.
ABD ‘ROJAVALI MÜTTEFİKLERİNİ’ RAHATLATTI
Ankara’daki Türk-Amerikan görüşmelerinin bugün için ortaya koyduğu sonuçları şu birkaç başlıkta özetlemek mümkündür:
1) Türkiye’nin sınıra 80 bin asker yığıp harekât hazırlıklarını tamamladığı bir anda Amerika, bu görüşmelerde Fırat’ın doğusunda 480 kilometre devamlılık arz eden bu ‘terör koridoru’nun kesilmesini, en azından şimdilik engellemiştir. Bu suretle Fırat’ın doğusunda güç dengelerinin değişmesinin önüne geçmiştir. Suriye Demokratik Güçleri denilen PYD/YPG ağırlık yapının dağıtılması, Arap ve Hıristiyan bileşenlerinin bu yapıdan ayrılması da engellenmiş oldu.
2) Amerika, sahadaki fiilî müttefiki olan örgütlere zaman kazandırmıştır. ‘Müşterek Harekât Merkezi’ kurmanın, fiyaskoyla sonuçlanan ‘eğit-donat’ projesinin âkıbetiyle sonuçlanması kimseyi şaşırtmamalı. Amerika ile 4 Haziran 2018’de varılan, 90 günde tamamlanması öngörülen Münbiç mutabakatının âkıbetini de biliyoruz.
3) Mutabakat, PYD/YPG unsurlarına, Amerika’nın kendileriyle kurduğu ittifakın arkasında sağlam durduğunu göstermiştir. Böylece Ankara görüşmeleri, örgütün gerek Türkiye karşısındaki gerekse Şam rejimi karşısındaki pozisyonunu güçlendirmiştir.
AMERİKA’NIN PKK İLE İLİŞKİSİ ‘STRATEJİK’TİR
5-7 Ağustos 2019’daki Ankara görüşmeleri Amerika’nın PKK ile kurduğu ilişkinin geçici ve taktik bir ilişki olmadığını bir kez daha göstermiştir. Türkiye’nin Afrin harekâtına verilen Rus desteğinin de gösterdiği üzere Rusya’nın PKK/YPG ilişkisi taktik düzeydedir ama Amerika’nın bu örgütle ilişkisi gayet açık ki bir ‘stratejik ilişki’dir. Bunun sebebi ortada: Washington’un bölge vizyonunda Suriye’nin toprak bütünlüğünü korunması, tek parça halinde bir devlet olarak kalması yoktur. PKK ve IŞİD gibi örgütler bu stratejik hedefin sahadaki en önemli araçları. PYD/YPG’ye aylar öncesinin verileriyle ‘en az 23 bin tır silah verilmesinin’ IŞİD’le mücadeleye mâtuf olduğuna inanan bir Allah’ın kulu kaldı mı? Amerikalılarla her türlü müzâkerede bu gerçeği göz önünde bulundurmak, Türkiye için önemlidir. Aralık 2018’den beri Ankara ve Washington’da yapılan sayısız ‘güvenli bölge’ görüşmelerinin hiçbir somut neticeye varamamasının sebebi budur.
İSRAİL’İN STRATEJİK AKLI ABD’NİN KAS GÜCÜ
Kürt jeopolitiğinin son 30 yıllık akışına bakıp bir sonuç çıkartmayan, gidişatın nereye doğru olduğunu görmeyen bir akla ‘devlet aklı’ denilemez. Bu otuz yılı dört maddede özetleyelim:
1- Türkiye’ye komşu iki ülke (Irak ve Suriye) 1991’deki birinci Körfez Savaşı’ndan başlayarak, ama özellikle son on yıl (2003-2013) içinde târumar edilmiş, başkentlerinden yönetilemez hale gelmiş ve fiilen devlet olma vasıflarını yitirmiştir. Sonuç, Türkiye’ye bir taş atımı mesafesindeki yerlerde yüz binlerce ölü ve yaralı; “İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana görülen en büyük mülteci dramı.”
2- Irak ve Suriye’nin bu hale gelmesinde belirleyici rolü oynayan küresel aktör Amerika, şimdi de Türkiye’nin öteki komşusu İran’ı hedef tahtasına oturtmuş durumda. İran’dan sonra hedef tahtasına Türkiye’nin oturtulmayacağını garanti edebilen var mı?
3- Suriye’deki savaş şartlarından yararlanarak bu ülkenin Türkiye sınırı boyunca kuzey bölgelerinde, doğuda Kamışlı’dan batıda Ayn el Arab’a (Kobani) kadar yaklaşık 500 km’lik bir alan etnik Kürt milliyetçiliği peşinde koşan ve bu zeminde Türkiye ile savaşan bir örgütün kontrolüne bırakılmış durumda.
4- Dünyanın en büyük gücü Amerika Birleşik Devletleri, Türkiye’nin 35 yıldır savaştığı bir örgütle ‘ittifak ilişkisi’ne geçmiş ve örgütü 2014 Ekim ayından beri silahlandırıyor. 2014 Ekim’inden bu yana resmî rakamlarla ‘en az 23 bin tır dolusu’ silah örgüte aktarılmış durumda.
5- Parçalanan, iç savaşa sürüklenen, devlet kapasitesini kaybeden ülkelerin tamamı İsrail’in bölgedeki muarızlarıdır. Hedeftekiler de (İran ve Türkiye) öyledir. Bölgede İsrail’in stratejik aklı ve Amerika’nın kas gücüyle bir tasfiye operasyonu yürütülüyor. İsrail devletinin 1948’de kuruluşundan beri bu derece stratejik güvenlik içinde olduğu bir dönem olmamıştır.
15 Temmuz darbe girişimi, esasen Tayyip Erdoğan’ın şahsıyla ilgili değildi; onun üzerinden Türkiye’nin bölge politikaları hedef alınmıştı. Tablo budur. Tek tek resimlere bakmayı bırakıp olayları süreç analizlerine tâbi tuttuğumuzda gidişatın ne yöne doğru olduğunu görüyoruz. Devlet eğer ‘tedbir’ demekse, bu gidişata karşı bu tedbiri almak zorundadır. Zira tablo, Cumhurbaşkanının 21 Aralık 2018’deki ifadesiyle, ‘bize her türlü riski göze almayı gerektiren bir noktaya getirmiştir.’
Velhasıl, bu harekâtı sürekli ötelemenin tek sonucu ödenecek bedelin ağırlaşması olacaktır. Zor bir karar, riskli bir karar ama böylesine muhataralı zamanlarda devlet adamlarına düşen o kararları alabilmektir. Türkiye’nin tarihi, zamanında alınmamış zor kararların ağır bedellerini ödemenin tarihi değil mi zaten?