[Karar]
PROF. DR. BERDAL ARAL
Tayyip Erdoğan’ın 2009 yılındaki Davos zirvesinde ırkçı ve yayılmacı İsrail devletinin işlediği insanlık suçlarını İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Perez’in yüzüne haykırması, adalet yoksunu mütehakkim küresel düzene ilişkin Türkiye’nin “siyasî” itirazını simgesel olarak kayda geçirirken, IMF ile borçluluk ilişkisini 2013’te sona erdirmesi de Türkiye’nin bu küresel yağma düzenine “iktisaden” karşı çıkışının bir simgesi olmuştur. Türkiye bugün tarihî ittifakları itibariyle küresel hegemonya düzeni içinde “sistem içi” bir aktör olarak yer almakla birlikte, bu sistemin adaletten nasipsiz ve şiddet-eksenli yapısını güçlü bir şekilde eleştirmektedir. Bu durum ise küresel düzenin önde gelen aktörlerini çok rahatsız etmektedir, çünkü sistem dışı olmaması, yani “içeriden” olması itibariyle, Türkiye’nin sisteme ilişkin “zülf-i yâre dokunan” haklı eleştirilerinin görmezlikten gelinmesi ya da ucuz bir “Üçüncü Dünyacılık” olarak gözden düşürülmesi kolay değildir. Soğuk Savaş sonrasında, Güney’deki yoksul ülkeleri bir araya getiren Bağlantısız Devletler Topluluğu’nun sesinin önemli ölçüde kısıldığı, kolektif ve sistematik eleştiri zemininin büyük ölçüde aşındığı bu piyasa-eksenli küreselleşme evresinde, Türkiye’nin “yükselen sesi”nin susturulmaya çalışılması ya da etkisini azaltacak taktiklere başvurulması, ABD’nin ve Avrupalı müttefiklerinin ortak tutumu olmuştur.
Küresel yağma düzeninin özellikle İslam coğrafyasındaki doğrudan ve dolaylı müdahalelerle gemi iyice azıya aldığı bu son evresinde, Türkiye’nin bu sistemin çarklarına ‘içeriden” soktuğu çomak, onun “otoriter” olmakla suçlanıp etkisizleştirilmesini ve saygınlığına ket vurulmasını bir bakıma Batılı güçler açısından “zaruri” kılmaktadır.
Türkiye’ye ilişkin “otoriterlik” suçlamasının, Erdoğan’ın Davos çıkışından sonra Türkiye’nin karşısına artan sıklıkta çıkarılan bir “Demokles’in Kılıcı” hâline geldiği açıktır. Bu süreçte Türkiye “otoriter”, “İslamcı” (hegemonyacı aktörlerin gözünde “dinci fanatik”), “IŞİD özelinde ise uluslararası teröre destek veren ülke” olma sarmalında gidip gelen bir ülke olarak gözden düşürülmeye ve hatta “güvenilmez” ülke olarak hakkından gelinmesi gereken bir ülke statüsüne indirgenmeye çalışılmıştır. Hiç kuşku yok ki, Türkiye, “merkez ülke” olma iddialarından ve hegemonik sisteme yönelik itirazlarından vazgeçmediği sürece, bu suçlamalar da devam edecek gibi görünmektedir. Buna karşılık Türkiye, “sıradan, iddiasız bir ülke” olma konumunu yeniden benimsediğinde, kamusal alanda Müslüman kimliği yeniden “görünmez” hâle geldiğinde, ihtimal ki, Batılı aktörlerin gözünde “ayıplı bir demokrasi” olmaktan kurtulacak, (Batı-eksenli) dış dünya ile ilişkilerinde “zanlı” bir ülke olmaktan çıkarılacaktır.
Türkiye’nin sisteme ilişkin ‘zülf-i yâre dokunan’ haklı eleştirilerinin görmezlikten gelinmesi ya da ucuz bir ‘Üçüncü Dünyacılık’ olarak gözden düşürülmesi kolay değildir.
Otoriter olmakla suçlanan Türkiye’de, oysa bugün değişimci bir anayasa yapma kararlılığı sergileyen tek siyasi partinin (giderek etkisizleşen ve bu hususta oldukça muğlak bir duruşa sahip olan HDP kısmen istisna edilirse) Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) olduğu herkesin malûmudur. Türkiye bugün farklı fikirlerin özgürce tartışıldığı, ülkenin geleceğine ilişkin kararları “karanlık güç odakları”nın değil halk tarafından seçilmiş sivil iradenin aldığı, işkence yasağının etkin bir şekilde hayata geçirildiği, “demokrasi olma yolunda” ilerleyen bir ülke olmasına rağmen, Batı’daki müesses nizam ve hâkim medya tarafından inat ve ısrarla “baskıcı” bir ülke olarak lanse edilmektedir.
Kanaatimce Batı-dışı toplumlar söz konusu olduğunda, bir ülke yönetiminin başarısına ilişkin günümüzde önde gelen kıstaslar şunlardır: Adaletin tesisi, iktisadi kalkınma, emperyalizme ve içerideki işbirlikçi odaklara karşı izzetli duruş, özgüven, alt yapı yatırımları, eğitim, sağlık, aktif ve çok boyutlu dış politika, ülkede gelir dağılımının iyileştirilmesi. Bu kıstaslara bir bütün olarak bakıldığında, AK Parti yönetiminin hem ülkede sivil ve siyasî özgürlük alanını genişletmesi ve askerin sivil siyaset üzerindeki ağırlıklı konumuna son vermesi, hem de alt yapı alanında “devrimci” atılımlar gerçekleştirmiş olması ve alt gelir gruplarının iktisadî ve sosyal imkânlarını önemli ölçüde iyileştirmesi itibariyle, 2002’den bu yana oldukça “olumlu” sayılabilecek bir performans grafiği çizdiği söylenebilir. Türkiye bu dönemde dış politika alanında da genellikle emperyal müdahalelere karşı çıkmış, önemli bazı hususlarda mazlumların sesi olmayı hedefleyen, izzetli ve çok boyutlu bir dış politika stratejisi izlemiştir; bu sayede Türkiye “özgül ağırlığı” yüksek bir aktör konumuna gelmiştir.
Ne ki, bütün bunlar “kurban” isteyen “sahte ilahlar” için pek bir anlam ifade etmemektedir. Hem kendisinde uluslararası sistem adına konuşma “imtiyazı” vehmeden Batılı mütehakkim güçler, hem de Türkiye’de iktisadî ve (laik/bireyci) siyasî liberalizmi sosyal adaletin ve demokrasinin önüne geçiren çevreler için, bir hükümetin başarısının iki ana kriteri var ise, bunlar kamusal alanı kimliksel ya da ahlakî olarak şekillendirme gayretlerinden geri durulması ve küresel kapitalizmin isterleriyle uyumlu davranarak, söz gelimi, gelir dağılımı alanında yoksullar lehine kapsamlı tedbirlerden kaçınılmasıdır. Aslında her iki “başarı” kıstası da, ne Türkiye’de ne de genel olarak İslam dünyasında halkın kahir ekseriyetinin talep ve beklentilerine cevap verebilir niteliktedir. Hatta denebilir ki, İslam dünyasında demokrasiyi mümkün olduğunca hayata geçirme gayretinde olan “sivil” yönetimlerin küresel hegemonya düzeni karşısında anti-emperyalist bir duruş sergilemesi, Müslüman halkların öncelikleriyle en fazla örtüşen tutum olacaktır. Aslında İslam dünyasında daha fazla demokrasinin, İslam’ın bu toplumlardaki ortak aidiyetin en kuşatıcı referans çerçevesi olması ve sosyalleşme süreçlerine “anlam” veren en öncelikli değerler silsilesi olması itibariyle, kamusal düzlemde daha fazla Müslümanlaşmaya ve yerlileşmeye kapı aralayacağı açıktır. Bu durum ise, bir bakıma, tabii olarak, özgür seçimler sonunda halk tarafından iktidara getirilmiş yönetimlerin emperyalist dayatmalara karşı direnişini zorunlu kılmaktadır/kılacaktır.
‘Otoriterlik’ suçlamasının, Erdoğan’ın Davos çıkışından sonra Türkiye’nin karşısına artan sıklıkta çıkarılan bir “Demokles’in Kılıcı” haline geldiği açıktır.
İslam dünyası özelinde, denebilir ki, Batı-eksenli mütehakkim küresel düzenin hoşlanmadığı ve fakat Müslüman halkların kahir ekseriyetinin onayladığı (özgür seçimler sonunda ihdas edilecek) siyaset modeli herhalde şu unsurlardan müteşekkil olacaktır: Yerli/anti-emperyalist-demokrat-Müslüman. Aynı emperyal çevrelerin tercih ettiği siyaset modeli ise muhtemelen şu unsurları ihtiva edecektir: Yarı yerli/emperyalizmle uyumlu-iktisaden liberal, siyaseten vitrin demokrasisi-laik (yani Müslüman kitlelerin merkezden uzak tutulduğu model).
Öyleyse siz söyleyin: Türkiye “otoriterleşmesin” de, ne yapsın!