Ercüment Cengiz: 'Sıkılmak' çağımızın görünmeyen virüsü

'Yazmaya Devam Et' romanında Doktor Sarp karakteri üzerinden çağın sunduğu bütün imkanlara rağmen tatmin olmayan insanın ruh haline ışık tutan yazar ve doktor Ercüment Cengiz "Sıkılmak kavramı modern toplumların görünmez bir virüsü. Modern insanın en büyük sorunlarından biri yalnızlıksa, diğer de önemsizmiş gibi görünen bu sıkılma duygusu. Herkes sıkılıyor. Bana göre tek tedavi yaratmak" dedi.

SEDAT PALUT | KARAR

'Gırnatacı' romanıyla edebiyat çevresinin ve okurların dikkatini çeken, 'Çellocu' ile bunu pekiştiren doktor ve yazar Ercüment Cengiz, son romanı 'Yazmaya Devam Et' kitabında insan ruhunun karanlık noktalarına, kara deliklerine çeviriyor kaleminin ışığını. Romanında, dışarıdan bakıldığında hiçbir sorunu yokmuş gibi görünen ünlü kalp cerrahı Sarp Özkan’ın rutin yaşamının dışına çıkmak için daha önce denemediği bir yol seçerek roman yazmaya girişmesini anlatan yazarla KARAR okurları için söyleştik.

-Yazmaya Devam Et romanında Dr. Sarp Özkan’ın hayatına dışarıdan baktığımızda her şey yolundaymış gibi görünüyor. Statü, para vs birçok şeye sahip. Ama tutunamayan birisi. Tutunacağı o kadar şey varken neden bir arayış içine giriyor kahramanımız?

Sorunuzu o okur okumaz yüzümde bir gülümseme belirdi, ne yalan söyleyeyim. Bu güzel soruyu roman karakteri Dr. Sarp Özkan’la ilişkilendireceğime, kendimle ilişkilendirdim çünkü. Adeta aynanın karşısındaymışım gibi... Kırklı yıllarımı geçirirken ne derdim vardı da onca işin, hastaların, doğumların, ameliyatların peşinden koşarken sabaha karşı yazı masasına geçip roman yazmaya kalkıştığım günleri hatırladım. Yazın dünyasında esamesi okunmayan birisinin roman yazmaya kalkışması, bitirip bitiremeyeceği, yayınlanıp yayınlanamayacağı belli olmayan bir roman için kendisini dört yıl karanlık bir odaya kapatmasının tuhaflığı geldi aklıma... Üstelik, sorunuzdaki gibi benim de tutunabileceğim şeyler varken...

"DEĞERLİ OLDUĞUMUZU HİSSETMEK İSTİYORUZ"

-Tutunmak için birçok şey deniyor aslında...

Evet. Golfe başlıyor, yelkene merak sarıyor, trombon dersleri alıyor, fahişelerden medet umuyor ama hiç bir şey yaşadığı tekdüze hayatın sıkılmışlığına merhem olamıyor. Yaşadığı hayatın, mağarada her günü aynı geçen bir ayıdan ruhsal anlamda, hiçbir farkı olmadığından yakınıyor arkadaşına... "Anlamaya çalış beni" diyor, "Kendimi ruhsuz, duygusuz hissediyorum. Ameliyathanedeki robottan farksızım. Sadece yapılması gerekenleri yapıyorum, gece gündüz çalışıyorum. Yaşadığım hayatsa bomboş... Resim yapamıyorum, heykel elimden gelmez, yazı da yazamıyorum. Sıkıcı tıbbi makaleleri saymazsak tabii." Bir çeşit orta yaş krizi diyelim buna... Bunalımından ve krizden kurtulmanın bir yolunu arıyor. Sahip olduğu şeyleri değerli bulmuyor... Yalnızlık hissini, ve sıkıntısını içki ve fahişelerle azaltmaya çalışsa da her seferinde eve derin bir pişmanlık duygusuyla dönüyor. Kendisini yetersiz ve değersiz buluyor... Sahiden kalıcı bir şeyler bırakmanın onu değerli kılacağını düşünüyor. İnsan ruhunun yine ‘sıkılmak’ gibi gizli noktası da 'değerlilik'. Dışardan baktığımızda her şey yolundaymış gibi görünen ve tutunacağını sandığımız şeyler, onun kendisini değerli hissetmesine yetmiyor artık. Şu sözleri de bunun açık kanıtı: ”Ameliyat yapmaktan başka ne işe yararım ben? Para dışında çocuğuma bırakabileceğim hiçbir şeyim yok. Bunu ben yaptım diyeceğim hiçbir şey... Basit bir heykel bile yapamayacak kadar beceriksiz olabilir mi yetenekli bir cerrah?"

"YAVAŞLARSAK GERİ KALACAĞIMIZDAN KORKUYORUZ"

-Evet. Kahramanınızda en çok 'sıkılmak' kelimesini duyuyoruz roman boyunca. 21. yüzyıldaki modern insan için 'sıkılmak' nedir sizce?

'Sıkılmak' modern toplumların görünmez bir virüsüdür bence. Bu kelimeyi çokça kullanır insanlar. Ağzımız pelesenk olmuş bir kelime... Ama çoğu kimse bu kelimenin gizli etkisini pek de düşünmez. Neden yeni yüzyılın - lüks gibi görünse de- başat meselelerinden biri oldu bu kavram? Çünkü aşırı hızlıyız. Ve yavaşlarsak geri kalacağımızdan korkuyoruz. Kapitalist dünyanın bize sunduğu bütün hizmetlerden yararlanmak için çırpınıyoruz. Ama o da yetmiyor maalesef, çünkü çabuk eskiyor ve hemen yenisi geliyor... Buna müthiş sosyal medya ağı sayesinde, "Bu da değilmiş!" diyerek geçiştirilen bir gecelik aşksal ilişkilerdeki hızlanmayı da katarsak hayal kırıklıklarıyla dolu, hayal kurmaktan uzak, sıradan ve sıkıcı bir hayata düşüyoruz...

ŞİFA 'YARATMAK' EYLEMİNDE

-Sıkılmayı bir virüs olarak tanımlıyorsunuz. Bir yazar ve aynı zamanda doktor olarak, tedavisi var mı bunun?

Dünya küçük bir köye dönmüş, etraf çok kalabalık, her yer insan ve insan yaşantılarıyla dolu ama yine de yalnızız. Modern insanın en büyük sorunlarından biri yalnızlıksa, diğeri de önemsizmiş gibi görünen bu sıkılma duygusu. Sonuçlarının, alkolizm, depresyon, intihar gibi ciddi uzantıları olabileceğini düşünecek olursak önemini daha iyi anlarız. Herkes kendi sosyal çevresi konumunda öyle veya böyle mutlaka sıkılıyor. Tedavisi bana göre artık modern toplumun, endüstrinin, bilimin, en değerli eylemi haline gelen; ‘yaratmak’. Baş karakterimizin, yaşamın gerçeğini kurgunun gerçeğiyle değiştirebileceğini düşünerek başka, hatta bambaşka bir dünyanın içine çekilip roman yazmaya kalkışması da bu yüzden belki... Ama ne yazık ki o, romanını okuttuğu editöre aşık olmanın da etkisiyle yaşadıklarını yazacakken bir süre sonra yazdıklarını yaşamaya başlıyor ve yavaş yavaş karanlıklara sürükleniyor.

Kahramanımız kalıcı olmak istiyor. Aslında doktor olarak başkalarının hayatını kurtararak kalıcı oluyor ama bunun ona yetmediğini ve roman yazmak istediğini görüyoruz. Bu, insancıl yönü gelişmiş bir doktor için çelişkili bir durum değil midir?

Hayır, çelişkili bir durum değil. Doktorlar insanların hayatlarını kurtarırken kalıcı olup olmamayı akıllarından geçirmezler bana göre... Yaşamsal, gerekli, ve çok önemli işler yapıyorlar, robotik kalp cerrahı Sarp Özkan gibi... Üstelik, hepsini de kurtaramıyorlar, romanda örneği olduğu gibi. Sarp Özkan'ın mesleği bu. Ve hemen her gün aynı şeyi yapıyor işinde de, günlük yaşamında da... Ve, bu ona yetmiyor.

Henüz, yazmaya başlamadan kendisini başka hiçbir işe yaramayan biri olarak gördüğünde söylediği gibi: "Kan revan içinde ameliyatlara gömülmüş, bütün gün hastalarla boğuşan, iki kadeh içip tanımadığı kadınlarla sevişmek dışında hayatı olmayan bir adamın anlatacak neyi olabilir ki? Ruhu bedeninden çekilmiş, hobi diye seçtiği şeylerin hiçbirinin sonunu getirememiş, doğru düzgün aşık bile olamamış bir zavallı anılarını yazsa ne olur..."

Yukarıda da konusu geçtiği gibi, çocuğuna para ve konfordan başka hiçbir şey bırakamayacak olmayı hazmedemeyecek kadar derdi olan bir adam... Unutmayalım ki, romancılar da dertli insanlardır... Derdi olamayan bir insan niye yıllarını karanlık bir odada roman yazmak için çürütsün ki, dışarda ışıltılı dünyaya akmak varken?

Burada romanın epigrafını da, konuyla ilgili olduğu için hatırlatayım. Doctorov'un sözü: "Roman yazmak karanlıkta araba kullanmaya benzer. Sadece farlarınızın aydınlattığı kadar görürüsünüz... Ama bütün hikaye de o yolda geçecektir."

"İLK HEYECANLAR GÜN GELİYOR BIKKINLIĞA DÖNÜŞÜYOR"

Sarp Özkan bir konuşmasında: "Gençken, yaşasın, bugün ne var bakalım. Şimdi ise, Hay Allah yine var," diyor. Yoğun bir çalışma hayatı olduğundan dolayı mı kahramanımız böyle düşünüyor, yoksa baskıcı bir babanın etkisinden bahsetmek mümkün müdür?

Babasının, entelektüel, okumuş yazmış, disiplinli bir yanı var. Ve evet baskıcı... Biraz da his fakiri, özellikle de oğluna karşı. Saçını bile okşadığını hatırlamadığına göre... O bu tepkisini kitaplarla dolu evde geçen çocukluğunda babasının mutlaka okumalısın dediği kitapları özellikle okumayarak gösteriyor. Babasına içten içe öfkelendiği için, okuyacağı zaman da gizli gizli okuyor. Bir çeşit intikam almak için... Önemli bir ayrıntı romanda daktilo ve daktilo tıkırtıları. Çocukken babası daktilosuyla daha çok ilgilendiği için kendisinden çok daktilosunu sevdiğini düşünüyor. Burada daktilo önemli bir simge... Ailenin diğer bireylerini kıskandıran bir simge. O da, yazmaya karar verdiğinde önce hevesle bir daktilo almayı düşünerek başlıyor işe. Önce ablasından babasının daktilosunu istiyor, sonra da karısından antika bir daktiloyla almasını istiyor, ama babasınınkiyle aynı marka olanını. Bu, onun hep mesafeli kaldığı ve artık hayatta olmayan babasına yakınlaşma arzusu aynı zamanda... Evet, ilk gençlik yıllarında telefon çaldığında seviniriz, "Bakalım ne var!" diyerek heyecanlanırız. Yıllar geçtikçe, "Hay Allah gene ne var!" a döner bu... Sarp'ın böyle düşünmesi, hem mesleki anlamda yerinde serzeniş, hem de romanına odaklanmasını böldüğü için de.

Everest Yayınları/383 Sayfa-30 TL
 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.

İlgili Haberler

Özgürlüğün anahtarı 'vazgeçebilmekte'

Kültür Sanat Haberleri