“Herhangi bir olumsuz protestoda ve herhangi bir kişi hakkında olumsuz bir ifadede bulunmuyoruz…Biz Tanrı’nın çocukları olduğumuzu söylüyoruz. Ve biz Tanrı’nın çocuklarıyız, yaşamaya zorlandığımız gibi yaşamak zorunda değiliz.”
…Ve artık günümüzde şiddet ve pasif direniş arasında değil; pasif direniş veya yok olma arasında bir seçim yapılıyor.”
3 Nisan 1968 günü Martin Luther King’in Memphis’teki son konuşmasında şiddetten ve pasif direnişten bahsetmesi boşuna değildi. Amerika’da grevler, savaş karşıtı yürüyüşler ve siyah hakları için yapılan protestolarla geçen 1968 yılının en önemli olaylarından biri Memphis’te yaşanıyor, beyaz işçilerden daha az maaş alan siyahlar bu durumu protesto için greve gidiyorlardı. Döneminin önemli siyah hakları liderlerinden biri olan Martin Luther King, ölüm tehditleri almasına rağmen greve destek için Memphis’e giderken, o yılların en hararetli tartışması ise şiddetin siyahlar için bir protesto yöntemi olarak kullanılıp kullanılmayacağı üzerinde yapılıyordu. Nitekim King’in konuşmasından kısa bir süre önce protestocularla polis arasında çatışma çıkmış ve bir siyahi genç hayatını kaybetmişti.
King bu konuşmayı yaptıktan 1 gün sonra kaldığı otelde ırkçı bir beyaz tarafından öldürüldüğünde sadece 39 yaşındaydı. Ölümünden sonra ülke çapında yapılan gösterilerde 40’dan fazla kişi öldü. Amerika, modern tarihinin en şiddet dolu dönemlerinden birine girerken, suikastten 4 gün sonra “Fair Housing Act” yani ev satış ve kiralamada siyahlara ayrımcılık yapmayı yasaklayan tasarı Kongre tarafından yasalaştırıldı. 50’lerde başlayan sivil haklar mücadelesinin son hukuki halkası olan bu yasa tasarısından önce, 1964 yılında Sivil Haklar Yasası ve 1965 yılında siyahlara da oy hakkı veren yasa kabul edilmişti. Bugünlerde 68’in 50. Yıl dönümü üzerine ABD’de çıkan yazılarda Martin Luther King suikastinden bahsedilirken, bu tarihçeden bahsetmemek ona haksızlık olur. Çünkü King, kısa ömrü boyunca siyah hareketinin önderliğini üstlenmiş ve yüzlerce yıllık bir geçmişi olan siyahlar ile beyazlar arasındaki eşitsizliğin, -en azından hukuki olarak-14 yıl gibi kısa bir sürede giderilmesi için önemli sorumluluk almış bir isim. 20.yy’ın en büyük insan hakları aktivistlerinden biri olan King’in bu mücadelesini daha önemli kılan ise hiçbir zaman şiddeti meşru bir siyaset aracı olarak görmemesi ve hemen her konuşmasında barışçıl yollarla protesto etmenin öneminden bahsetmesi oldu. Evi bombalanmasına, hapse girmesine rağmen tüm mücadelesini sistemin içinde kalarak meşru yollarla yapmaya çalıştı King. O yüzden Başkan Johnson 1964 yılında Sivil Haklar Yasası’nı imzalarken yanındaki isimlerden biriydi. Aynı yıl Nobel Barış Ödülü’nün de sahibi oldu. Tüm bunları yaparken sadece beyazlardan gelen tehditlerle mücadele etmiyor aynı zamanda, kendisinin şiddetsiz mücadele yöntemini eleştiren kimi siyahları da ikna etmesi gerekiyordu.
Türkiye’de de hatırı sayılır sayıda sempatizanı olan Malcolm X ve Muhammed Ali gibi isimler, King’in beyazlarla siyahların beraber yaşayabilmesini amaç edinen sivil mücadelesini fazla pasifist buldular, hatta Malcolm X onu siyahlara ihanetle suçladı. 60’ların sonuna doğru ise, çeşitli sol radikal gruplar şiddet kullanarak düzen karşıtı hareketleri başka bir boyuta taşımaya çalıştı. Bunların arasından Kara Panterler, siyah hakları için çeşitli silahlı eylemlere girişti. Ancak hem yükselen muhafazakar dalga, hem FBI operasyonları hem de şiddetin ABD toplumunda alıcısının olmaması bu grupların etkisini kırdı. Suikastlere, insanların hayatını kaybettiği protestolara rağmen, 68 siyah hakları hareketi için önemli bir yıl oldu. Aynı zamanda dünya üzerinde solun yükselişe geçtiği, üçüncü dünyacılığın popülarite kazandığı, Fanon’un şiddet tezlerinin çeşitli örgütlere ilham olduğu bir dönemde, ırkçılık sorunun Martin Luther King’in de büyük katkısıyla sistem içinde çözülmesi için önemli mesafe kat edildiği bir tarih oldu. Ancak 60’larda yükselen sol dalga her ülke için benzer sonuçlar doğurmadığı gibi, farklı coğrafyalarda silahlı grupların da nüvesinin atıldığı veya silahlı mücadeleyi başlattıkları bir dönemin başlangıcı oldu.
Kolombiya’da FARC silahlı mücadeleyi 1964 yılında başlatırken, geçtiğimiz ay lağvedildiğini açıklayan ETA 7 Haziran 1968’de İspanya’daki ilk silahlı eylemini yapmış ve bir güvenlik görevlisini öldürmüştü. Türkiye’de ise 68 öğrenci hareketlerinin işaret fişeği, ETA’nın saldırısından 5 gün sonra İstanbul Üniversitesi’nin Deniz Gezmiş ve arkadaşları tarafından işgal edilmesiyle atıldı.
68 öğrenci hareketleri ile başlayan süreç Türkiye’yi 12 Eylül darbesine kadar devam edecek olan şiddet ortamına sokarken, sokak eylemlerine katılan öğrenciler 70’lerin başından itibaren elinde silahla devrim peşinde koşan gerillalara dönüştü. Devrimci şiddetin teorisini anlatan kitapların, Lenin’in, Marks’ın, Mao’nun eserlerinin popüler olduğu, gerici AP iktidarına son vermek ve yarım kalmış Kemalist devrimi nihayete erdirmek için tek çarenin silahlı mücadele olduğuna inanıldığı yıllar... Parlamenter rejimin cici demokrasi denerek küçümsendiği, meclise 15 vekil ile giren Türkiye İşçi Partisi’nin revizyonist ilan edildiği bu dönemde, kurulacak tek parti diktatörlüğü ile Türkiye’yi devrime götürmeye amaçlayan bu gençlerden kimisi cuntalarla işbirliği yaptı, kimisi dağlara çıktı, şehirlerde bankalar soydu, masum insanları öldürdü.
Bugün 68’in 50. yıldönümü nedeniyle yapılan konferanslarda, hazırlanan dergilerde, radyo programlarında pek bahsedilmeyen bir tarihçe bu. 50 yıldır anlatılan sol resmi tarihin aksine, 68’in çiçek çocuklarının amacı hiçbir zaman özgürlük ve daha fazla demokrasi olmadı. 68’in Türkiye’ye mirasından bahsedeceksek, iktidarı devirmek için kurulan cuntalara, örgütlere verdikleri destek için özeleştiri vermeyen sol entelektüellerden, çarpıtılarak sahiplenilen siyasal şiddetin hikayesinden bahsedebiliriz.
Bu çarpık tarihin içinde ortalama bir CHP’linin bile sahip çıktığı kimi öğrenci liderlerinin o dönem yaptıklarından bir kahramanlık hikayesi olarak bahsedilmesi ise bugüne kadar Türkiye’nin peşini bırakmayan şiddet sarmalının nedenlerinden biri olarak duruyor. Bu öğrenci liderlerinden biri olan Mahir Çayan, İsrail Başkonsolosu Efraim Elrom’u kaçırıp infaz etmiş, tutuklanmamak için 14 yaşında bir kız çocuğunu rehin almış, en sonunda Kızıldere’de arkadaşlarıyla beraber güvenlik güçleri tarafından öldürmeden hemen önce yanlarında kaçırdıkları 3 İngiliz teknisyeni öldürmüş örgütün liderlerinden biri. Nitekim Mahir Çayan ve arkadaşlarının öldürülmesinden sonra, Mülkiye’de dersleri boykot ettiği için tutuklanacak kadar sadık bir 68 devrimcisi olan Abdullah Öcalan’ın kurduğu örgütün, onlarca yıldır Türkiye’yi içine soktuğu terör sarmalının ideolojik kökeni, bugün hala bir kesim için meşru savunma metodu olarak görülen devrimci şiddet teorilerine dayanıyor.
Konuşmalarında Mahir Çayan ve Deniz Gezmişlerin öldürülmesinden sonra devrimcilerin önderliğini üstlendiğini söyleyen Öcalan, PKK’yı bir Kürt grubundan daha çok, bölgede feodalite ve gericiliği bitirecek sol bir örgüt olarak kurdu. Kurucuları arasında Kürt sayısı kadar Türk devrimcisi de vardı. Bu yüzden ilk silahlı eylemlerini devlete değil bölgedeki gericiliğin müsebbibi olarak gördükleri aşiretlere karşı yaptı. İdeolojik kökenlerini 68’in çocukları THKO ve THKP-C gibi örgütlerden alan PKK, devletin Kürt politikalarının sonucu olarak değil, şiddeti siyaset aracı olarak gören dönemin ruhunun bir ürünü olarak ortaya çıktı.
Martin Luther King’in ölümünün 40. yıl dönümünde ilk siyah başkan Obama Beyaz Saray’a çıktı. Bu siyah mücadelesinin en büyük zaferi olurken, King’i ABD’liler için saygın yapan ise, beyazlar ile siyahların eşit olacakları ortak yaşam idealini savunması oldu. Türkiye 68’inin en büyük mirası ise 34 yıldır silahlı mücadele veren bir örgüt oldu. Öcalan’ın Mahir Çayan’ın emanet olarak ilan ettiği HDP’nin marjinal sol partilerden adaylar göstermesi de, soğuk savaş döneminde silahlı mücadele başlatan hemen her örgüt silah bırakırken PKK’nın barış sürecini bitirmesi de, Kuzey Suriye’deki Sovyetik yapılanmanın ideolojik alt yapısı da bu geçmişten geliyor. ABD’de 60’lara kadar siyah olmak, Türkiye’de Kürt olmaktan daha zor iken, siyahlar tüm sorunlarını siyaset ve diyalog yoluyla çözmeyi tercih etti. Siyahların şansı, liderleri King’in şiddeti reddeden barışsever bir din adamı olmasıydı. Kürtlerin şanssızlığı ise devletin yanlış politikaları kadar, sorunu terör ile çözmeye çalışan bir örgütün varlığı ve bu örgütün sırtını yasladığı şiddet geçmişini ısrarla görmezden gelen tarih yazımı oldu.