Michelangelo Antonioni’nin ‘La Notte’ filminin hemen başlarında hastanede yatan Tommaso ile onu ziyarete gelen Giovanni ve eşi Lidia arasında şöyle bir diyalog yaşanır:
Lidia: Merhaba, Tommaso!
Giovanni: Nasılsın?
Tommaso: Ameliyat başarılı geçti ama hastamızı kaybettik.
***
Tommaso kendi umutsuz gerçekliğini bu tarz bir ironiyle hafifletmeye çalışıyor sanırım. Dil ironik şüphesiz ancak gerçekliği çarpıtma, üstünü örtme gibi bir durum yok. Filmdeki bu diyaloğun çağrıştırdığı bizim gerçekliğimiz ise hafifletilmekten ziyade büsbütün inkâr üzerinden gidiyor. Esas farklılık da filmdeki diyaloğu çağrıştıran dili umutsuz durumda olanlardan ziyade yetkililer kullanıyor. Hastanın gittikçe umutsuz bir hal aldığı noktada sürekli olarak operasyonun başarısından bahsedilmesini başka türlü izah etmek mümkün değil.
Ekonomik hayatımızın karakterine dönüşen kriz hali “operasyon başarılı geçiyor” şeklinde resmi bir söylem üzerinden kamuoyuyla paylaşıldığı bu günlerde açıklanan Mayıs ayı enflasyon rakamları hastanın iyice kötüleşen durumuna ilişkin verileri bir kez daha pekiştirmiş oldu. Açıklanan rakamlara göre Mayıs ayı enflasyonu yüzde 0,89 oldu. Buna göre 2021’in ilk beş ayı itibariyle enflasyon yüzde 6,38 oldu. Döviz ve altın bazında kayıplar yüzde 15’in üzerinde. Merkez Bankası’nın 2021 yılı enflasyon beklentisi revize edilmiş şekliyle yüzde 13,81.
Ekonomik gerçekliğimizi gösteren bu veriler aynı zamanda kendileriyle beraber hükmedici bir yaşam formunu da taşıyorlar. Milyonlarca insanın gündelik yaşamının, geleceklerini de önemli ölçüde belirleyecek şekilde, nasıl yapılandırıldığını gösteren bu rakamlar aynı zamanda sonucu oldukları sosyal, ekonomik, siyasal yönetimin toplumsal hayatımızın ikincil bölüşüm sürecini hangi ilkeler, ilişkiler ve tercihler üzerinden şekillendiğini göstermesi açısından büyük önem arz ediyorlar. Bilindiği üzere 2021’e girdiğimiz süreçte açıklanan asgari ücret açlık sınırının azıcık üstündeydi. Milyonlarca memur ve memur emeklisi de 2019 yılında Toplu Sözleşme sürecinin neticesinde yüzde 3+3’lük artışla yeni yıla girdi. Sözleşme gereği bu artışlara enflasyon farkı da ekleniyor. Nihayetinde eldeki verilere bakıldığında çalışma hayatımızın çok önemli bir boyutunu asgari ücretliler oluşturuyor ki onların ekonomik gerçeklikleri de “açlık sınırı”nın çok az üzerinde seyrediyor. Kayıt dışı çalışan ve emekli olanların da önemli bölümü bu ücretlerin altında bir gelirle yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Memur ve memur emeklilerinin durumu ise şayet kendilerinden aşağıda olanlara bakıp şükretmeleri istenmiyorsa gittikçe kötüleşmeye devam ediyor. Son açıklanan Mayıs ayı enflasyon rakamları da bunun teyidi hükmünde. Yoksulluk sınırının belirgin şekilde altında olan ortalama memur maaşları mevcut sosyo-ekonomik gerçeklikte gün geçtikçe açlık sınırına doğru bir seyir izliyor. Sadece rakamlardaki, istatistiklerdeki kaymalardan bahsetmiyoruz burada. Ülke gerçekliğimizin ne tür bir sosyal-ekonomik yapılanma içinde sınıflaştığını da gösteriyor.
Dolayısıyla enflasyon rakamlarından hareketle bir kaç hususa değinmemiz gerekiyor. Öncelikle enflasyon hesaplama sistematiğinde yapılan değişikliklerle rakamların düşürülmesi başlı başına manipülatif ve en hafif ifadeyle bir yönetsel bir krizin ifadesi.
İkincisi ekonomideki gelişmeler reel enflasyonun açıklanan rakamların çok üzerinde olduğunu gösteriyor. Nitekim genel kamuoyu algısı da bu yönde. Vergi artış oranları, döviz kurundaki değişiklik oranları veya sözleşmeler gereği yapılan “güncelleme” oranları bile çoğu şeyi söylemeye yetiyor.
Üçüncüsü, bilindiği üzere enflasyon farkının maaşlara yansıtılması hesaplama tekniği açısından da zam olarak kabul edilemez. Zira enflasyon farkı çalışanlara dönük maaş artırımından ziyade kayıpların telafisi anlamını taşımaktadır. Ancak yukarıda belirtildiği gibi enflasyon oranının belirlenmesinde tercih edilen hesaplama sistematiği rakamı düşük çıkardığından çalışanlar için bırakın zam almayı kayıpların telafisi de imkânsızlaşmaktadır.
Dördüncüsü, asgari ücrete ve memur ve memur emeklilerine sözleşme gereği verilen zam ile bu zammın verildiği ekonomik gerçekliğimiz dikkate alındığında çalışanlarımızın ücretlerinin asgari ücrete doğru kümeleşme seyrinde olduğu görülüyor. Zaten düşük düzeyde olan kamu çalışanlarının ücreti arttırılması gerekirken ve asgari ücretin de buna yaklaşacak şekilde yükselmesi için ekonomi politikalarının yürütülmesi gerekirken maalesef asgari ücrette eşitlenme gibi trajik bir süreç izliyoruz.
Periyodik şekilde açıklanan “Açlık ve Yoksulluk Sınırı” araştırmaları, enflasyon verileri, döviz kurları vs. nedeniyle konuştuğumuz rakamların neye karşılık geldiği ciddiyetle konuşulmalı, tartışılmalı. Çalışma hayatımız “yeterli hayat standardında yaşayabilmek için gerekli olan minimum gelir miktarı” olan yoksul sınırının altında bir ücretin geçerli olduğu daha da vahimi bu ücretin yoğunluk merkezinin yoksulluk sınırı değil açlık sınırı olduğu gerçeğidir. Gelir dağılımındaki adaletin/adaletsizliğin bir göstergesi de sayılan ‘orta gelir grubu’nun gün geçtikçe alt gelir grubuna doğru kayması sadece ekonomik değil aynı zamanda soysal, kültürel, siyasal anlamda da güçlü yansımaları olan ciddi bir sorun başlığı olarak önümüzde duruyor.
Yukarıda değinildiği gibi günümüzün toplumsallaşma kodunda çalışmanın taşıdığı önem, alınan ücretin karşılık geldiği yaşam olanakları dikkate alındığında önemsiz bir mevzuyu tartışmadığımız görülecektir. Ücretin büyük oranda belirli olanaklarla şekillenen yaşam formlarını belirlediği dolayısıyla toplumun sosyo-ekonomik olarak belirli imkân veya imkânsızlıklarla malul hale getirildiği izahtan varestedir. Asgari ücret, kamu çalışanlarının büyük kısmının aldığı yoksulluk sınırından ziyade açlık sınırına daha yakın duran ücret, yüksek enflasyon, dövizdeki hareketlilik, gündelik hayatta etkisi bariz bir şekilde hissedilen pahalılık sadece belirli bir tüketim düzeyinden yoksun olmayı getirmiyor. Belirli şartlara, imkânları sınırlanmış bir hayata, bir ilişki ağına mahkûmiyeti getiriyor. Yoksulluk, yoksunluk, ekonomik imkânsızlıklar kanaatkâr bir düşünce, kanaatkâr bir hayatla telafi edilecek basit şeyler olarak görülmemeli. Karakter aşındıran, kişilikleri, ilişkileri tahrip eden sert ve insan dışı koşullardan, bunların yapısal hale gelmesinden, milyonlarca erkek ve kadın için umutsuz bir geleceğe yol açmasından bahsediyoruz.
Salgından dolayısıyla gündemimize giren kavramlardan birisi entübe kavramıydı. Tabiri caizse ülkemizde ekonomi-politik nedeniyle pek çok insanımız entübe halde bulunuyor. Milyonlarca vatandaşımız asgari ücretle açlık sınırında bir maaşa çalışırken emeklilerimizin büyük bir kısmı o rakamın da altında bir ücrete yaşam kurmaya çalışıyorlar. Literatürde ‘orta sınıf’ (orta direk, orta gelir grubu vs.) olarak geçen ve ülkenin sosyal, ekonomik, siyasal istikrarının dolayısıyla gücünün ve niteliğinin bir anlamda göstergesi olan sınıf ise mevcut politikalar nedeniyle bir ara ayrışır gibi olduğu alt kesimlerle altta birleşiyor. Cüz’i destekleyici mekanizmalarla (sosyal yardımlar) adeta altta “ne öldüren ne de olduran” bir yoksulluk içinde konfora alıştırılarak kıpırdayamaz hale getirilen önemli bir kesimin yanında kültür ve değer dünyasına yığınak yapılarak ekonomik gerçekliklerine karartma uygulanan geniş kesimlerin ekonominin kontrolden çıktığı bu şartlarda nasıl stabil tutulacağı ayrı bir tartışma faslı. Ancak daha önemli fasıl şu ki mesele sadece bir iktidarda kalma oyunu değil ve bu insanların büyük bir kısmını bu şekilde tuttuğunuzda bile bu şartlardaki bir hayatın onlara, sizlere, bu ülkeye ve çarpan etkisiyle büyüyen sosyal, ekonomik, kültürel ve şüphesiz politik bir maliyet çıkarıyor. Evet, resmi söylem ameliyatların başarılı geçtiğini söylüyor ancak hastanın durumu gittikçe daha çok kötüleşiyor.