SORU: Namazımı bırakmak istemiyorum. Ama gereği gibi kılamadığımı düşünüyorum. Hatalarımın farkındayım. Sürekli tövbe ediyorum ve tutamıyorum. Hiç kılmasam o da doğru değil biliyorum. İçim rahat olmuyor. Bunlarla ilgili kitaplar, şiirler okuduğumda çok duygulanıyorum. Ağlarken de utanıyorum kendimi iki yüzlü gibi hissediyorum. İnandığım gibi yaşamak, ibadetimi sürekli yapmak, istiyorum. Nerden başlamalıyım?
CEVAP: Önce kılmakta olduğunuz namazınıza devamda ısrar etmeniz çok önemlidir. Çünkü namaz Allah’ı hatırlatan, büyüklüğünü gönüllere kazıyan, müminin miracı olan bir ibadettir. Namazı -huşu ile-kılmak her zaman mümkün olmayabilir. Fakat her an testten geçen insanın ilahî lütufları görmesi için samimiyetini ortaya koyması gerekir. Kul bir adım atarsa, Allah’ın tevfik ve inayeti ona dört adım yaklaşır. Bu dünya imtihanında en önemli husus, sağlam bir iman elde etmek ve bu sağlam imanı sindirecek ve uygulamaya koyacak sağlam bir kulluk yapmaktır. Bu iman ve kulluk faktörlerinin aktif bir enerjiye ve de sinerjiye dönüşmesi için şu dört unsurla hep arkadaşlık kurmak ve onlarla hayatı devam ettirmek gerekir. Bu değerli, fikri arkadaşlar şunlardır:
a. Fakr-ı mutlak: Allah’a karşı bütün zerreleriyle fakirliğini, yoksulluğunu idrak etmek, maddî-manevî her alanda Rahman ve rahim olan Allah’ın dergâhına iltica etmek zorunda olduğunu iliklerine kadar sindirmek..
b. Acz-i mutlak; Allah’a karşı yapması gereken kulluk görevlerini yerine getirmekte çok âciz olduğuna, bu görevi hakkıyla yerine getirecek kapasitede olmadığına, dünya ve ahiret hayatıyla ilgili gerçekleştirmesini istediği binlerce arzu ve isteklerinin hiç birini elde edecek bir güce sahip olmadığına, bu sebeple gece-gündüz demeden Rahman ve Rahim olan Allah’ın rahmet kapısını çalmasının gereğine inanmalı ve bu gereği yerine getirmeye gayret sarfetmelidir.
c. Şükr-ü mutlak; -dini musibet olan dalalat, küfür, günah, masiyet dışında- her halükârda Allah’a hamd etmek.. “Kahrın da hoş, lütfun da hoş” diyebilmek.. Yoktan var etmesinden, bin bir çeşit dünya nimetlerinden tutun ta ebedî saadet yurdu olan cennete kadar dizilmiş hesapsız nimetlerin, lütuf ve ikramların sahibi olan Allah’a karşı hep medyun-u şükran olduğunu düşünüp mennettar olmak ve memnun olmak.. Bu şükrü hakkıyla eda etmemenin de muhasebesini yapmak.. Hayatı boyunca, hem dille, hem gönülle, hem akılla, hem vicdanla, hem fiili kullukla bu şükür vecibesini yerine getirmeye çalışmak..
d. Şevk-i mutlak; yani Allah’ın yaptığı hadd-u hesaba gelmeyen iyiliklerini düşünüp onu sevmek, ona saygı göstermek, ona karşı iştiyak duymak, her halükârda sonsuz rahmetini ümit ederek ona karşı iştiyak içinde olmak ve kulluk görevini de-angarya gibi değil- şevk ile yerine getirmeye gayret etmek.. Hastalıktan sevap bekleyerek şevke gelmek.. Gördüğü bazı musibet ve sıkıntıları şefkat tokadı olarak değerlendirip himaye altında olduğunu düşünerek şevkini arttırmak..“Bu gün bana namaz kılmayı lütfeden rabbim yarın kim bilir belki onu mükemmel kılmayı da nasip eder” deyip ümitvar olmakla şevki yakalamak.. Tabii ki bütün bunları yapmak için günün belli bir zamanını bunları ciddi tefekkür etmeye ayırmak.. Merhum Akif’in ifadesiyle: Allah’a dayan saye sarıl hikmete ram ol / Yol varsa budur bilmiyorum başka çıkar yol.
KUR’AN’DA NEDEN MİZAH YOK?
SORU: Kur’an’da savaş, cinsellik, ekonomi, tabi afetler, tarih, ahlak, evlilik ve hatta abdestin nasıl alınacağı konularında muhtelif ayetler bulunurken insan tabiatının temel bileşenleri arasında yer alan nükteye, mizaha, gülmeceye neden yer verilmemiş? Mizahın bulunmayışı metnin tanrısallığı/evrenselliği hakkında soru işaretleri doğurmaya elverişli bir durum oluştur maz mı?
CEVAP: a) Kur’an’ın bir adı “Nebeün azîm” (büyük/müthiş haber)dir. Bilindiği üzere, Kur’an’ın temel konuları tevhid, nübüvvet, haşir, adalet ve ibadettir. Diğer bütün bilgiler bu konuların anlaşılması için Kur’an’da yer almıştır. İşte bütün bu hususlar, Kur’an’ın muhtevasının ciddi konulardan meydana geldiğini gösterir. Böyle çok ciddi konuların ders verildiği bir kitapta mizah gibi ciddiyeti bozan konuların olmaması belagat ilmiyle çok güzel örtüşmektedir.
b) Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğuna iman edenler için böyle bir şey olamaz.
İman etmeyenler açısından bir bağlantı kurulabilir. Çünkü, Kur’an’ın Mekkeli bir kimsenin yazdığını düşünenler için Mekke ve çevresindeki insanların mizacını yansıttığını düşünmek gayet normaldir. Demek mesele, Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğuna inananlarla, onun insan sözü olduğunu düşünenlerin bakış açısına göre farklılık gösterir. Kur’an’ın Allah’ın kelamı olup olmadığını bilmek ise, böyle tahminlerle, varsayımlarla, hayallerle olmaz. Objektif bir ilmi bakış açısını kazanmakla olur. Bu konuda yüzlerce kitap yazılmıştır. Asrımızda çok orijinal bir kaynak da Risele-i Nur külliyatıdır. Orada, Kur’an’ın, cihan-şümul, insanüstü, evrensel, bütün ilimlerin hazinesi ve Allah’ın eşsiz bir kitabı olduğu güneş gibi ispat edilmiştir.
c) Daha önce ifade edildiği gibi, Kur’an’da “nüktenin, mizahın bulunmayışı metnin tanrısallığı/evrenselliği hakkında soru işaretleri doğurmaya elverişli bir durum oluşturmak” değil, bilakis onun çok ciddi bir kitap olduğunu, çok ciddi bir makamdan geldiği, çok ciddi bir elçi vasıtasıyla insanlara gönderilen Allah’ın sözü olduğunu gösterir. İnsanların yazdığı ve konusu ciddiyet isteyen bir kitapta mizah nüktelerini bulmazken ve görmeye hakkımız olmadığını bilirken, Allah’ın kitabından mı bunu isteyeceğiz…!
Şunu da kesin kanaatimizle belirtiyoruz ki, eğer Kur’an’da mizaha dair bazı nükteler olsaydı, dinsizler bunu bahane ederek, “Allah’ın kelamında hiç böyle şey mi olur?” derler ve Kur’an’ın insan sözü olduğuna delil sayarlardı. Bu sebeple, yine tekrar edelim ki, Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğunu gösteren onun mucizevi, beşer üstü konumudur. Bu konumunu bilmeden Kur’an hakkında bir şey söylemek heva ve hevesi konuşturmaktan öteye geçemez.