Cumhuriyet’in ideal modeli ‘Tasarruflu Ankara kadını’

Tarihçi Prof. Dr. Zafer Toprak, ‘Türkiye’de Yeni Hayat’ kitabında 1908-1928 yılları arasında yaşanan savaşları, yenilikleri ve devrimleri anlatıyor. Toprak o yıllarda kadınlara her alanda sorumluluk yüklendiğini belirterek “Topluma örnek olacak kadın tipi Ankara kadını oluyor. Ülke savaşlardan yeni çıkmış ve tasarruf en önde gelen kaygılardan birini oluşturuyor” diyor.

MELEK GEDİK / İSTANBUL

Resmi tarihin ‘görmezden’ gelinenlerini deşifre etmeye devam eden Prof. Dr. Zafer Toprak kadın haklarından feminizme, İttihat ve Terakki’den işçi sınıfına kadar pek çok tartışmalı konu hakkında kitaplar kaleme alıyor. Toprak son çalışması ‘Türkiye’de Yeni Hayat - İnkılap ve Travma 1908-1928’de Türkiye’deki devrimleri, bu süreçte yaşanan travmaları özellikle kadınlar ve çocuklar üzerinden belgelerle aktarıyor. Toprak’la kitabını konuştuk.

* Türkiye’de yeni hayatı; Cumhuriyet’in ilanıyla değil 1908’den yani Osmanlı’nın son döneminden başlatıyorsunuz. O aralıkta Osmanlı nasıl bir toplum?

1908 Osmanlı’nın son dönemi, aynı zamanda yeni bir toplumsal yapının doğuş evresi. Jön Türk devrimi ile Cumhuriyet Türkiyesi arasında en azından fikir düzeyinde önemli bağlantılar var. Ulus kavramı II. Meşrutiyet yıllarında güç kazanıyor. Halkçılık ilkesi yine bu dönemde yeşeriyor. Ve nihayet Cumhuriyet’i kuran kadro bu evrede yetişiyor. Cumhuriyet’i kuran kadrolar büyük ölçüde İttihatçı kesimden gelecek. Öte yandan 1908 sonrası anayasal monarşiden söz ediyoruz. Artık bir meclis var. Ülke yönetimi Batı tarzı bir siyasal yapılanmaya doğru gidiyor. Cumhuriyet tabii bir kırılma noktası. Ama yine de Meşrutiyet’le arasında süreklilik arz eden hususlar var.

Yeni hayatın Osmanlı topraklarında etno-milliyetçilik ve yeni lisan hareketleriyle başladığını belirtiyorsunuz. Bu alanda özellikle Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp gibi aydınlar etkili. Hatta toplumsal dönüşüm, edebiyat alanındaki isimlerin en büyük derdi. Bu konu hakkında neler söylersiniz?

1908 son kertede bir siyasal devrim. Belirttiğim gibi mutlak monarşiden anayasal monarşiye geçiş söz konusu. Ama başta Ziya Gökalp olmak üzere devrimin fikir babaları, siyasal devrimin toplumsal devrimle, en azından toplumsal dönüşümlerle desteklenmediği takdirde başarı şansını yitireceği kanısındalar. İşte bu dönüşümün fitili kısmen Selanik’ten ateşleniyor. Ulus kimliği kazanılmadıkça toplumsal yapıda dönüşüm de olanaksız görülüyor. ‘Genç Kalemler’, ‘Yeni Felsefe Mecmuası’ işte bu dönüşümün temellerinin atıldığı yayın organları. Uluslaşma sürecinde dilde sadeleşme önemli bir rol oynuyor. Öte yandan ulusal kimlik arayışı bir tür etno-milliyetçiliği de gündeme getiriyor. Bundan böyle Osmanlı’dan farklı bir Türk inşa ediliyor.

“Cihan Harbi yıllarında cephede olsun, cephe gerisinde olsun travma en yaygın stres nedeniydi. Hem maddi hem de manevi hasar bırakmıştı.” Siz, bu travmayı kitapta özellikle neden kadınlar üzerinden anlatıyorsunuz? Bahsettiğiniz travmatik süreci neler tetikledi?

O tarihlerde toplumun en zayıf halkası kadınlar. Aynı tarihlerde kadın toplumsal cinsiyet ayrımcılığa karşı bir mücadeleye girişmiş durumda. Ama ekonomik açıdan aile yapısına bağımlı. Ailenin dışında kadından söz etmek olanaksız. Savaşla birlikte erkek cepheye gidiyor, kadın yalnız kalıyor. Aile yapıları çözülüyor. Kadın aç biilaç kalıyor. Sefalet, yoksulluk son kertede kadını vuruyor. Travmanın başlangıcı savaş yılları.

Yeni hayatla birlikte kadın kamusal alan taşınıyor. İlk kez kadınlar, erkeklerle birlikte ortak bir alana giriş yapıyor. Kadın ve erkek açısından bu dönüşümün avantaj ya da dezavantajları neler oldu?

Kadının II. Meşrutiyet yıllarında görünür olması önemli. Sokak özgürleştirici bir işlev görüyor. Kadının sefaletten tek kurtuluş yolu çalışması, iş tutması. Ama her kadının bu tür bir olanağı elde etmesi zor. Kadın son derece güç koşullar altında evini geçindirmek zorunda kalıyor. Savaşlar kadını birden sokağa çıkarmış… Bu kimi kez sokağa atılma anlamına geliyor. Geçim derdi kadını fuhuşa kadar sürüklüyor. Kısaca savaşla birlikte kadın metalaşıyor, bedenini satmak zorunda kalıyor. Özgürlüğün bedeli kimi kez çok pahalı ödeniyor.

1920’li yılların sonunda aile kurumunun çöktüğünü hatta kadınların fuhuşa sürüklendiğini belgelerle okuyucuya aktarıyorsunuz. Bu konuyu irdelerken şaşırdığınız ya da ilginç bulduğunuz anekdotlar var mıydı?

Fuhuş her ne kadar savaş yıllarında bariz bir nitelik kazanmışsa da 1920’li yıllar savaşın neden olduğu yoksulluğun, travmanın sürdüğü bir evre. İşte bu evrede kadının sefaleti yayın organlarında geniş ölçüde yer alıyor. Özellikle Serteller’in çıkardığı ‘Resimli Ay’ dergisi somut örnekleriyle Cumhuriyet kadınının düştüğü çukuru dile getiriyor. Şaşılacak husus bugüne değin erken Cumhuriyet’in devrimleri gündeme getirilirken yaşanan travmanın göz ardı edilmesi. Daha doğrusu tarihçilerin bu konuya eğilmemeleri.

Kitapta en dikkat çeken bölümlerden biri kadın tipleriyle ilgili. Örneğin Şişli kadını menfi bir unsurken, Ankara kadını ‘ideal tip’ oluyor. Kadınları kimler, neye göre ayırıyor?

İlginç bir biçimde Weberyen anlamda tipolojiler oluşturuluyor. Toplumsal farklılıkların daha belirgin bir şekilde ortaya çıkması gözetiliyor. Şişli o tarihlerde Türkiye’nin en varlıklı insanlarının oturduğu semt. Ve Batı özentisinin de en uç noktaya vardığı bir toplumsal kesiti barındırıyor. Ankara ise yeni kurulmakta olan başkent. Ankara kadınına bir dizi faziletin yüklenmesi son derece doğal. Topluma örnek olacak kadın tipi Ankara kadını oluyor. Burada temel kaygılardan biri tüketim örüntüsü. Ülke savaşlardan yeni çıkmış ve tasarruf en önde gelen kaygılardan birini oluşturuyor. Farklı gelir gruplarının tüketim örüntüleri Ankara’yı kaygılandırıyor. Genellikle müsrif kadın imajı oluşturuluyor. Bu bir ölçüde erkek hegemonyasının uzantısı.

Osmanlı’nın son dönemiyle birlikte kadın iş hayatına giriyor fakat yeni Türkiye’nin kurulmasıyla kadından ‘annelik’ görevini de icra etmesi isteniyor. Hatta azalan evlilik için kampanyalar yapılıyor, dönemin gazetelerine izdivaç listeleri asılıyor. Kadınlardan neden bu kadar çok şey bekleniyor?

Türkiye Cumhuriyeti on yılı aşkın bir savaşın ardından kurulmuş. Beşeri sermayesinin en nitelikli bölümünü bu savaşlar sonucu yitirmiş. Nüfus sorunu ivedi çözüm bekliyor. Bu evrede kaçınılmaz olarak kadının biyolojik konumu öne çıkıyor. Oysa evlilik müessesesi savaşlar sonucu büyük ölçüde darbe yemiş. İnsanlar yoksulluk nedeniyle evlenemiyorlar. Öte yandan salgın hastalıklar sürekli nüfusu vuruyor. Devleti en fazla kaygılandıran husus ülkenin beşeri sermayesi. Kitap bu nedenle nüfus sorununa ayrı bir önem atfediyor.

“1 Mart 1935’te toplanan beşinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 18 kadın milletvekili yer alacaktı. Ancak 1935 yılı Türkiye’de kadın hareketi açısından paradoksal bir yıldı. Meclis’in kapıları kadınlara açılırken Türk Kadın Birliği’nin kapıları kapanıyordu.” Peki, neden böyle bir paradoks yaşanıyordu?

Paradoksun nedeni yeni bir dünya savaşının ufukta görülmesi. 1935 yılında Anglosakson ağırlıklı Uluslararası Kadınlar Kongresi İstanbul’da toplanıyor. Barış ve silahsızlanma ana gündemi oluşturuyor. Oysa savaş arifesi bu tür bir söylem Ankara’yı kaygılandırıyor. Öte yandan Kadınlar Birliği özünde siyasal hakları ön planda tutan bir kadın hareketi. Seçme seçilme hakkının elde edilmesi sanki hedeflerine ulaştıkları zannını doğuruyor. Bir de emir yüksek yerden geliyor. Direnilebilecek bir durum yok. 1935 sonrası Türkiye’de feminizm otuz yıllık bir uykuya yatacak.

ARTIK KAMUOYU DİYE BİR GERÇEK VAR

* Dönemin ilginç notlarından biri de ideal erkek ve kadın tipini belirlemek için dergi ve gazetelerde yapılan anketler. Bunun için hayali bir Leyla Hanım bile yaratılıyor. Ve okuyuculara ‘Siz Leyla Hanım’ın yerinde olsaydınız damat adaylarından hangisiyle evlenmek isterdiniz? sorusu soruluyor. Toplumsal dönüşüm, anket çalışmalarına nasıl yansıyor?

II. Meşrutiyet’ten beri okuryazar bir orta sınıf oluşmakta. Yayın organları anket yöntemini tiraj artırma yöntemi olarak görüyorlar. Artık kamuoyu diye bir gerçek var. Basın bunu her fırsatta değerlendirmeye gidiyor. Anketler bu açıdan önem arz ediyor. Tabii kadın tipolojileri konusunda bu tür uluorta konuşmalar kadının mahremiyetini de sorgulatıyor. Kadınlar giderek bireyselleşmiş durumda. Kamuoyunda tartışılabiliyor.

MEMURİYETİN PABUCU DAMA ATILIYOR

* Kitapta Türk erkeğinin kadına bakışıyla alakalı önemli notlar var. Yapılan anketlerde erkeklerin parasını kazanan, okumuş kız yerine mutaassıp aile kızlarını ‘ideal eş’ olarak gördükleri ilan ediliyor. Her alanda değişim varken kadına bakış neden hiç değişmiyor?

Okurla iletişim kurmanın en etkin yöntemi anket oluyor. Hayali tipler üzerine de olsa anketler toplumdaki eğilimleri ortaya koyuyor. O nedenle sosyolojik anlamları yüksek. Erkeklere oranla kadınların daha uzak görüşlü oldukları bu anketlerden elde edilen sonuç. Cumhuriyet erkeği hala evine kapanmış geleneksel kadın tipini tercih ediyor. Cumhuriyet kadınının tercihi ise bankacı erkek modeli. Artık memuriyetin pabucu dama atılmış.

 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.

İlgili Haberler

Topkapı Sarayı’nda tarihi hünkar hamamı gün yüzüne çıkarıldı

Hayat Haberleri