CEYHUN ÇİÇEK
Geçtiğimiz günlerde Amerikan Başkanı Trump’ın yapmış olduğu açıklamalar, Filistin sorununa dair net bir fikir sahibi olduğu noktasında soru işaretleri uyandırır cinstendi. Bu yazının başlığına “çözüm” olarak yansıyan bu “başkanlık perspektifi”, aslında konunun tarihsel bağlamından oldukça uzakta ve Trump yönetimiyle birlikte sıklıkla referans verilen “geleneksel politikaların” da sınırları dışında. Hatta kabaca belirtmek gerekirse bu minvaldeki açıklamalar yapılmazdan evvel Filistin sorunu üzerine herhangi bir “çözümleme” yapıldığı dahi muamma. Bu sebeplerle Trump’ın açıklamaları, genel hatları itibarıyla “geleneksel müttefikleri” tahkim edecek pozisyonları gündelik kaygılarla kotarma çabası olarak da okunabilir. Çünkü mevzubahis açıklamalar, İsrail yanlısı olduğu zaten alenen bilinen Amerikan yönetimlerinin bugünlere kadar pozisyonlandığı mevziilere de oldukça aykırı bir nitelik taşıyor.
KUDÜS’TE EZANIN KISITLANMASI
Bu süreçte bazı meslektaşlarımın değerlendirmelerini dinlerken şaşırmaktan kendimi alamadım. Özellikle Trump-Netanyahu görüşmesi akabinde yapılan açıklamalarda Trump’ın Batı Şeria’daki İsrail yerleşimlerini onaylar minvaldeki konuşması, meslektaşlarım nezdinde İsrail’e bir “tepki” olarak algılanmış. Bu “tepki” çıkarımını ise Trump’ın Netanyahu hükümetinden yerleşim inşasını “biraz” durdurması yönündeki çağrısı oluşturuyor. Yani “lütfediniz” ve “azıcık ara veriniz”, az daha sonra “devam edersiniz”… Sanıyorum “biraz” durdurma ricası, ortalama bir dil bilgisiyle ancak bu şekilde okunabilir. Hâlbuki bu yerleşimlerin uluslararası hukuka külliyen aykırı olduğu su götürmez bir gerçek. Değil yenilerinin yapılmasına kapı aralamak, var olanları savunmak da bu suça ortak olmak anlamına gelir. Zaten Tel Aviv’e büyükelçi olarak atadığı David Friedman’ın yansıttığı yerleşim yanlısı radikal profil de Trump yönetiminin İsrail politikasına dair özet niteliğinde: Sizinleyim. Belli ki Stand With Us’ın çağrılarına kulak verilmiş.
Bugüne kadar Amerikan yönetimlerinin iki devletli çözümü önceleyen pozisyonları sebebiyle olsa gerek İsrail hiç bu kadar cesurca davranmamıştı.
Obama dönemine nazaran Trump yönetiminin aşırı İsrail yanlısı bir güzergâh izlemesini anlamak da mühim. Bunun birkaç sebebi olabilir. İlki, zaten defaten dile getirilen “geleneksel ittifakları” diriltme çabası. Bir diğeri, yine ilk sebeple bağlantılı olarak, son dönemlerde belirginleşen Rus patronajının “geleneksel Amerikan müttefiklerini” etkisi altına almasını engellemek. Buna dair de oldukça fazla done mevcut zira. Amiyane tabirle, mealen: Ne veriyorsa iki katı! Lakin bu yaklaşımın potansiyel negatif etkilerine dair yeterince düşünülmediği de ortada. Filistin sorunu, bölgedeki anti-Amerikancılığın yıllar yılı nüvesini teşkil etti. Buna istinaden bugün kalkıp alenen aşırı İsrail yanlısı bir tutum takınırsanız bölgedeki varlığınızı da kısa vadede olmasa dahi orta ve uzun vadede riske etmiş olursunuz.
Trump’ın henüz koltuğa oturmadan deklare ettiği bu “açık çek”, İsrail’in netameli konularda “hızlı ve oportünist” davranmasına da zemin hazırladı. Toplamda 6 bine yakın yeni yerleşim planı onaylandı. Var olan yerleşimleri İsrail hukuku açısından “meşrulaştıran” bir yasa teklifi Knesset’ten geçirildi. Kudüs’te ezanların hoparlörden okunmasını kısıtlayan yasa tasarıları ve kaşla göz arasında Hamas’a düzenlenen hava saldırılarını saymasak da olur. Bu son sayılanlar görece vitrinle alakalı. Fakat bir Filistin devleti, ancak söz konusu yerleşimlerin bugün işgal ettiği topraklarda filizlenecek. Yani yasa dışı yerleşimlerin inşasına/onayına yönelik her yeni gelişme, muhayyel Filistin devletinin altını yapısal olarak oyuyor. “Birleşik” Kudüs’ün, İsrail’in başkenti olarak tanınması talepleri de bu yapısallığa dâhil.
Söz konusu iki devletli çözüm perspektifinin akamete uğraması da hiç yeni bir olgu değil aslında. Fakat ne hikmetse bu olgu hem görmezden geliniyor hem de her yeni açıklamada “yeni bir şey olmuş gibi” tepkiler veriliyor. Tek nüans ile bugünlere kadar Amerikan yönetimlerinin iki devletli çözümü önceleyen pozisyonları sebebiyle olsa gerek İsrail hiç bugünkü kadar cesur davranmamıştı. Lakin şimdi gemi azıya almışa benziyor.
Oslo Süreci ile üretilen anlaşmalar neticesinde iki devletli çözüm perspektifi kâğıda dökülmüş ve bu minvalde Filistin’e otonom bir yapı kazandırılmıştı. Lakin 1996’daki başbakanlık seçimleri, İsrail özelinde yeni bir miladı simgeliyordu. O tarihte Knesset seçimlerinden bağımsız bir şekilde yapılan başbakanlık seçimlerini Netanyahu kazandı. Netanyahu’nun o dönemdeki temel söylem alanı ise Oslo karşıtlığından müteşekkildi. İslamcı örgütlerin saldırılarıyla da değişen atmosferde Netanyahu, İsrail toplumunun korkularında sörf yaparak iktidarı eline aldı. 1999-2001 aralığı haricinde, 1996’dan bugüne kadar farklı partilerle de olsa Likud çizgisi iktidarda oldu. Oslo Süreci’ni İsrail solunun eseri olarak okursak, Likud geleneğinin sebep olduğu tıkanmışlığı da anlayabiliriz. Yani aslında yaklaşık 20 senelik bir döngünün içerisindeyiz.
Aslında Siyonizm, kadim Yahudi Sorunu’na çözüm üretmek amacıyla, Theodor Herzl’in mottolaşmış manifestosu olan “Yahudi Devleti’ni” inşa etmek için yola çıkmış milliyetçi bir kurucu ideoloji. Yüzyılı aşkın sürede bu amaç doğrultusunda ciddi bir başarı kazanıldığı da muhakkak. Lakin “Yahudi Devleti” kurmayı amaçlarken iki uluslu bir devlete yol açacak ve İsrail’i nihayetinde Müslüman Arap nüfusun ağırlık kazanacağı bir devlete dönüştürecek gelişmeleri yine Siyonizm iddiasında olan siyasetçilerin icraatlarında gözlemliyoruz. Hem halihazırdaki nüfusları hem de doğum oranları dikkate alındığında Müslüman Arap nüfusun İsrail’le bir biçimde hukuki bağ kurmasının dolaylı neticesi devletin “Yahudi kimliğinin” silikleşmesi ve hatta görünmezleşmesi olacaktır.
Bahsi geçen ana akım Siyonist çizgiye burada bir şerh düşmekte fayda var. Fazlaca detayına girmek bu yazının maksadını aşar fakat kısaca Likud çizgisi olarak ifade edilen politik alan, Siyonizm’in revizyonist kolunu temsil ediyor. Jabotinsky ile temellenen bu görüş, ana akım Siyonizm’e nazaran sert (uygun konjonktür denk geldiğinde faşizan fikirler de üretebilen) bir akım. Yirminci yüzyılın ilk yarısındaki mottoları şuydu: Ürdün Nehri’nin iki yakası! Fakat İngilizler bugünkü Ürdün’de Haşimi ailesine bir devlet “icat edince” söz konusu revizyonistlerin de baş düşmanı haline gelmişlerdi. Sözün özü; bugünkü Likud, Jabotinsky’nin doğal mirasçısı. Bunları akılda tutarak devam edelim.
Devlet, bir “Yahudi Devleti” olarak mı kalacak yoksa iki uluslu bir devlet mi olacak? İki devletli bir çözüm olmazsa İsrail’in geleceği nasıl şekillenecek? Bu sorular, bugün İsrail siyasetinin ana gündemini oluşturuyor.
RUSYA’NIN SÜRECE AKTİF KATILIMI
Zaten siyasal kutupların temel çekişme noktası da burası. İki devletli bir çözümün gerçekleşmediği düzlemde Batı Şeria’nın olası ilhakı, özellikle bu bağlamda sıkıntı doğurabilecek potansiyele sahip. Bu mantık örgüsü çerçevesinde de Batı Şeria olduğu gibi ilhak edilmemelidir. Sadece Yahudilerin yaşadığı yerleşim birimlerinin ilhakı (pardon, “meşrulaştırılması” demeliydim), yukarıda anılan “felaket senaryosunu” da pasifize etmiş oluyor. Söz konusu paradoks da bu noktada aşılıyor. Yerleşimlerin harita üzerindeki konumları da incelenirse kolaylıkla görülecektir ki hem muhayyel Filistin Devleti’nin teritoryal bütünlüğü zaten sakatlanmıştır hem de Ürdün Nehri’ne doğru bir koridor açılmıştır. Bu sayılanlar da jeostratejik düzlemde Batı Şeria’dan murad edilenin gerçekleşmesi anlamına geliyor. Arda kalan Filistinli Müslüman Arapları kim, ne yapsın?
Bölgede ayak seslerini duymakla birlikte Rusya’nın bu süreçlere aktif katılım göstermesi, kısa ve orta vadede Filistin’in lehine gibi görünüyor.
Trump yönetiminin aşırı İsrail yanlısı pozisyonu, İsrail sağını oldukça cesaretlendirmiş görünüyor. Geçtiğimiz ay Fransa’nın ev sahipliğinde yapılan konferansın etkisi de bu bağlamda ölçülmüş oldu. Bu aşamadan sonra, bölgenin “geleneksel Filistin yanlısı” ülkelerinin de çeşitli sebeplerle sessizleştiği bir atmosferde, İsrail’in irredantist politikalarını dengeleyebilecek yegane odak bulunuyor: Rusya. Bölgede ayak seslerini duymakla birlikte Rusya’nın bu süreçlere daha aktif bir katılım göstermesi, kısa ve orta vadede Filistin’in lehine gibi görünüyor. Aksi halde “hızlı ve oportünist” İsrail’in üreteceği olumsuzlukları tamir etmekle uğraşırız, yıllardır olduğu gibi…