Son aylarda yaşanan kimi gelişmeler, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin bölgesel düzlemde temel gündem maddesi haline gelmesine olanak sağladı. Mesut Barzani önderliğindeki oluşum, zaten uzun yıllardır altyapısı oluşturulan devletimsi varlığını bir referandumla taçlandırarak, bağımsızlığın yolunu açmaya çabalıyor. 25 Eylül’de yapılması planlanan referanduma bölge ölçeğinde alenen destek veren yegâne devlet ise İsrail. Bu politik desteğin gelip geçici bir heves olmadığı da tarihsel olarak kayıtlarda mevcut. İsrail’in özellikle de Kuzey Irak’taki Kürt oluşumlarına yönelik geliştirdiği politikalar 1960’lı yıllara kadar tarihlendirilebiliyor. Yani neredeyse İsrail’in kuruluşuyla yaşıt bir politik sabiteden bahsediyoruz. Peki, Kürtlere yönelik bu yaklaşımdaki sürekliliğin sebeb-i hikmeti nedir? Bugün itibariyle İsrail dış politikasındaki önem düzeyini nasıl değerlendirmeliyiz? Bu kısa makalede söz konusu sorulara ve belki biraz daha fazlasına belirgin bir bağlam doğrultusunda kısa yanıtlar üretmeye çalışacağım.
Hegemonya kavramı İtalyan filozof Antonio Gramsci tarafından ortaya atıldığı yıllarda, İtalya’da Mussolini’nin faşist yönetimi hüküm sürmekteydi. Hegemonya kavramını üretirken de ilksel olarak gözlemlediği nesne, bu dönemin İtalyan toplumuydu. Burjuvaziye dayanan politik üstyapının ‘meşru’ inşasında güç ve rızanın başat roller edindiğini vurgulamaktaydı: Güç kullanımı yoluyla üretilen rıza. Daha sonrasında bu yaklaşım, Robert Cox tarafından uluslararası ilişkiler disiplinine de uygulandı.
İsrail dış politikasında da söz konusu hegemonya inşasının bölgesel izlerine rastlamak mümkün. Özellikle geçtiğimiz günlerde Başbakan Netanyahu’nun Mısır’ın darbeci lideri Sisi ile görüşmelerinin rahat bir atmosferde geçtiğini rahatsız edici bir şekilde gözümüze sokan kareler, aslında İsrail’in bölgesel düzlemde geldiği nihai aşamayı da açıklar mahiyetteydi. Aslına bakılırsa İsrailli bürokrasi/medya elitlerinin hala dem vurdukları bir konu olarak diplomatik yalnızlık (bu yazının kaleme alındığı gün ‘İsrail ve Kürdistan’ın yalnızlığı’ ekseninde bir makale Jerusalem Post’ta yayınlandı), geçtiğimiz yıllar itibariyle oldukça silikleşmiş ve hatta burada da belirtildiği üzere İsrail, özellikle de bölgesel düzlemde ileri noktalarda mevziler edinmiştir. Bir nevi hegemonya inşa sürecinin parçaları olarak okunursa, Camp David düzeniyle birlikte 1978’den itibaren Mısır nezdinde elde ettiği pozisyon, Sisi’nin askeri darbesiyle restore ettiği hegemonik sistemi de özetler. Öncelikle askeri anlamda, Arap ordularının defalarca taarruzuna maruz kalan İsrail, bir şekilde ayakta kalmayı başarmanın da ötesinde söz gelimi 6 Gün Savaşı’nda özellikle de Mısır’ı tarihi bir hezimete uğratmış ve bugünlere kadar en azılı rakibi olarak beliren Nasır yönetiminin imajını yerle yeksan etmiştir. 1973’teki girişimin de başarısız olmasıyla Nasır’ın halefi Sedat yönetimi, İsrail’in askeri üstünlüğünü kabullenme gerekliliğine inanarak hem Sovyetler’e mesafe almış hem de ABD-İsrail aksına yakınlaşmıştır. Ayrıca İsrail, bu tarihlerden itibaren tabiri caizse veren eldir. O vermese dahi verenlerin aracısıdır. Bu noktada, ABD’nin Camp David ile birlikte Mısır’a her sene düzenli olarak yaptığı karşılıksız yardımları hatırlamakta fayda var. Ne dersiniz, birkaç fotoğraf karesi için fazla mı anlam ürettik?
Hegemonya inşasının belki de en mühim bileşenini ise İran’a yönelik kurgulanan söylemler oluşturmaktadır. Aslına bakılırsa bugün itibariyle bölgesel tahkimin ana girdisi de ‘İran tehdididir’. Bölgedeki Arap monarşilerinin İsrail’in arkasında saf tutmalarına (bu duruma literatürde ‘bandwagoning’ de deniyor) sebep olan bu ‘tehdit’, Arap monarşileri için ismi görece yeni konmuş olsa da (Kral Abdullah – 2004) İsrail açısından hiç de yeni bir başlık değil. Pehlevi hanedanının ülkeyi terketmesine müteakip 1979’da İslam Devrimi gerçekleştiği andan itibaren bir şekilde İran’ı dengeleme çabaları da İsrail’in temel politikasını oluşturdu. Bu süreçte İsrail, bölgedeki bir diğer devleti ya İran’la rekabet halini aktive etmesine ve yıpratıcı bir savaşa tutuşmasına zemin hazırlayarak (Irak) ya da seküler sisteminin tehdit altında olduğuna işaret etme yoluyla manipüle ederek (Türkiye) İran’ı dengeleme yoluna gitmişti. İran’ın kuruluş yıllarına hitap eden rejim ihracı politikasına nazire yaparcasına İsrail, bir nevi ‘İran tehdidi’ söyleminin ihracını öncelemekteydi.
ARAP NATO’SU PROJESİ
Günümüzde gelinen nokta itibariyle İran, özellikle Irak’ın 2003 yılındaki işgali sonrası bu ülkede etkisinin gün geçtikçe artması ve Arap Baharı olarak adlandırılan süreci de etki alanlarını konsolide etmek için işlevselleştirmesi ve dahi bilfiil müdahalelerle süreçleri şekillendirme çabası içerisinde olması vesilesiyle, Arap monarşilerinin ulusal güvenliklerine yönelik başat tehdit olarak belirmesine neden oldu. İsrail’in uzun yıllardır savunageldiği ‘İran tehdidi’, artık ortak bir tehdit haline dönüşmüş ve Arap NATO’sundan dahi bahsedilir olmuştur. Bu söylemsel patronaj, İsrail’in hegemonya inşasındaki en net sermayesidir. Ayrıca maddi olanaklar itibariyle de İsrail’in güç projeksiyon kabiliyetlerine dair bir fikir sahibi olan ve hiç değilse saygı duyan Arap monarşileri, İran’la 2015 yılının yaz aylarında ABD öncülüğündeki uluslararası toplumun uzlaşıya vardığı nükleer formül nedeniyle de yalnızlaştıklarını düşündüğünden, İran’a karşı İsrail’le birlikte ortak politikalar üretme noktasında rıza göstermelerine sebep olmuştur. Ortada ciddi bir ‘tehdit’ vardır ve bu ‘tehditle’ baş edebilecek yegâne güç İsrail’dir. Hal böyle olunca, sahip olduğunuz gücünüzle (hem maddi hem lafzi) rıza elde etmenin imkânlarını da keşfetmiş oluyorsunuz. İsrail’in belirlediği sınırlar ölçüsünde ‘İran tehdidi’, İsrail’in arkasına dizilerek İran’ı dengeleyebileceğine inanan Arap monarşilerini ve dolayısıyla İsrail hegemonyasını üretmiştir.
Yazının başlarında da belirtildiği üzere, Barzani liderliğinde yapılması planlanan referandumun bölgedeki aleni tek destekçisi İsrail’dir. Kürt oluşumuna sağladığı bu politik destek, Mesud Barzani’nin babası Molla Mustafa Barzani döneminde kurulmuş ilişkilere kadar geri götürülebiliyor. Bu dönem özelinde İsrail, çevrelendiği ‘Arap okyanusunu’ yarma girişimleri bağlamında Arap olmayan unsurlarla temasa yüksek derecede önem atfetmiştir. 1950’li yılların ikinci yarısı itibariyle de hayata geçirilen politik bir program vesilesiyle, içlerinde Türkiye, İran ve Etiyopya gibi Arap ‘kalpgâhının’ çeperlerinde bulunan ülkelerle adına Çevre Paktı (kimi kaynaklarda Çevresel Pakt – Periphery/Peripherial Pact) denilen bir ilişki biçimi geliştirmiştir. Kürtlerle bu dönemde kurulan ilişkilerin de anlam dünyasını daha ziyade bu yaklaşım belirlemektedir.
Bir diğer husus ise Kürtlerin olası devletleşme hallerinin Arap kalesinde yeni bir gedik açacağına yönelik beklentidir. Hususiyetle de Irak’ın bir parçasında çıkacak karışıklıklar ya da günümüzde de görüldüğü üzere bağımsızlık ilanı halleri sonucunda Irak coğrafyasının bütüncül yapısı zarar görecek ve böylelikle İsrail’e karşı uzun yıllar boyunca ciddi bir rakip olarak beliren Irak devleti küme düşerek, rakip/tehdit olmaktan çıkacaktı. Özellikle de Saddam yönetiminin Kuveyt’i işgali akabinde gerçekleştirilen uluslararası operasyonlarla Irak, öz coğrafyasının hem kuzeyinden hem de güneyinden el çektirilmiş ve dolayısıyla Kürtlerin devletleşme süreçlerinin önü açılmıştır. Kürtlere yönelik söz konusu desteğin süreklilik arz etmesindeki temel etken, Irak coğrafyasının mümkünse ebediyen parçalanması ve bir daha İsrail’e tehdit oluşturabilecek bir güç skalasına erişememesidir. Kısacası İsrail özelinde öngörüler ve politikalar, gündelikçi bir tarzda değil, uzun vadeli bir düzlemde hayat buluyor.
Bugün ise Kürtlerin referandum yoluyla bağımsızlığı oylamasına verilen İsrail desteğinin farklı boyutları da mevcut. İlk olarak, makalenin bağlamını oluşturan hegemonya inşasına değinmekte fayda var. Geçtiğimiz günlerde Erbil’de gerçekleştirilen referandum mitinginde çekilmiş bir fotoğraf karesi, yine işimizi kolaylaştıracak semantik muhteviyatı bizlere sunuyor: Birlikte sallanan İsrail ve Kürt bayrakları. Sanıyorum ki İsrail bayrağının bölgede siviller elinde dalgalandırılmaya heves edildiği İsrail haricindeki tek yer, söz konusu Kürt entitesidir. Bütün bir tarihi arkaplan ışığında, İsrail bayrağını kamusal alanda siviller eliyle dalgalandırabilmek, en hafif tabiriyle Filistin ‘davasına’ dair herhangi bir duygu barındırmadığınızı gösterir. İsrail’in/Filistin’in salt bir ‘Arap sorunu’ olarak kodlandığına delalet eder. Bölgeselleşme teorilerinin de hilafına, bölgesel aidiyet duygularının ve kaderdaşlık bilincinin de mevcut olmadığını gösterir. Nihai kertede de yabancılaşmanın işaretlerini taşır. Lakin bütün bu çıkarımlar, şayet milliyetçi tonları ağır basacak bir ulus-devlet kurma hevesindeyseniz gözardı edilebilir. Kürtlerin küresel düzlemde de sıklıkla pompaladıkları bir söylem olarak devletsizlik hali, onları daha ziyade asırlar boyunca devletsizlik sebebiyle hayat alanları kısıtlanan Yahudilerle empati kurmaya teşvik ediyor olabilir. Kısacası öykünülen yol, İsrail’in yoludur: Bir devlet kurmak ve bu devlet vasıtasıyla uluslaşarak ayakta kalmak. Bir diğer ifadeyle İsrail, bugün Kürtlerin rol modelidir. Dolayısıyla, İsrail hegemonyasının bir ayağı da Irak’ın kuzeyinde neşet edeceğe benziyor.
SIFIR TOPLAMLI OYUN
İsrail’in Kürt referandumuna verdiği cari desteğin, en azından bugünlerde, Irak’ın teritoryal manada parçalanmasından da öteye hedefleri bulunmaktadır. Arap Baharı ve özellikle de Nükleer Anlaşma (2015) sonrası bölgede yayılmacı bir profil sergileyen İran’a karşı sağlanmaya çalışılan denge, Irak’taki İran nüfuzunu da hesaba kattığımızda daha anlamlı bir hal alır. Irak’ta olası bir Kürt bağımsızlığı sayesinde oluşacak dengesizlik, sıfır-toplamlı bir oyun tadında, İsrail’in lehine ve haliyle İran’ın aleyhine bir gelişme olarak kaydedilecek. İran’ın bölgesel etki alanına bir hançer misali saplanacak seküler Kürt devleti, aynı zamanda İsrail’in bağımsızlığına verdiği desteği göz önünde bulundurduğumuzda, İran’a karşı ileri bir karakol vazifesi de üstlenebilir. İran’ın dengelenmesi bağlamında daha da kızışacağa benzeyen bölgesel politik, Kürt referandumunu bizatihi Kürtlerin self-determinasyon hakkı olarak görmek yerine, İran’ın sınırlandırılmasında bir faktör olarak okunduğunu ilerleyen günlerde daha da net gösterecektir. Kısacası İsrail, ‘İran tehdidi’ söyleminin baskınlığı neticesinde bölgesel gelişmeleri ulusal menfaatleri doğrultusunda kanalize etmeye devam ediyor. Kürt referandumu da bu bağlamdan azade görünmüyor…