Geçtiğimiz günlerde Mescid-i Aksa’da yaşanan gelişmeler, öncelikle Kudüs’te yaşayanları ve ivedi bir şekilde de dünyanın çeşitli yerlerindeki Müslümanları galeyana getirdi. Hatta salt Müslümanlarla sınırlamak da doğru değil. Mescid-i Aksa’nın ve dolayısıyla Kudüs’ün “Siyonist bir projeye kurban edilmesine göz yummak istemeyen” diğer semavi dinlerden de kitleler, söz konusu gelişmelere istinaden çeşitli eylemlerde buluştular. Türkiye’de de benzer bir reaksiyon zinciri gelişti ve maalesef ki Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları olan Yahudilerin mabetlerine de yöneldi. 2003 yılında El Kaide bombalamalarına da hedef olan İstanbul’daki Neve Şalom Sinagogu, bu sefer de BBP’nin gençlik teşkilatlanması olan Alperen Ocakları’ndan küçük bir grubun hedefi haline geldi. Mescid-i Aksa’da kılınamayan Cuma namazının “mütekabili” olarak düşündükleri eylemlerinin amacını, Türkiye’deki Yahudilerin de mabetlerinde ibadet etmelerini önlemek olarak ifade ettiler. Bir diğer saldırı ise Yahudilerin tarihsel olarak yoğun yaşadıkları İstanbul’un eski semtlerinden Balat’ta bulunan Ahrida Sinagogu’nda gerçekleştirildi. Bu saldırının failleri meçhul olmakla birlikte, Türkiye’de antisemitizmin yükseldiği iddialarını perçinleyecek bir nitelik sundu. Şimdi biraz daha derinleştirelim hikâyeyi.
Yahudilerin, İsrail kurulmazdan evvel, yüzyıllarca yaşadıkları makûs bir talih olarak azınlıkta kalma olgusu, dünyanın herhangi bir yerindeki Yahudi cemaatinin ördüğü korku duvarlarını daha da üst seviyelere çekmekle kalmamış, içine kapanıklığı ve aşırı tedbirliliği de beraberinde getirmiştir. Yahudi tarihinin hatırı sayılır bir bölümü pogromlarla geçtiğinden, bahsedilen korunaklı alanın cemaat içi tahkimi de önem arz etmiştir. Bu sebeplerle, her münferit olay dahi Yahudi cemaatlerini ürkütmüş ve yer yer aşırı tepkiler vermelerine ve hatta ait oldukları topraklardan göçmelerine sebep olmuştur. Göç ettikleri destinasyonlar da genel olarak ya liberal Amerikan demokrasileri ya da İsrail olarak belirmiştir. Yani genel kanının aksine, İsrail’e otomatik bir dönüş söz konusu değildir. Fakat antisemitizm, İsrail’in bekasıyla direkt alakalı bir sonuç üretmeye muktedir bir politika olarak, neredeyse devlet kurulduğu günden bu yana araçsallaştırılmıştır.
İsrail’in bağımsızlığını ilan ettiği yıllarda, toplam Yahudi nüfusun Araplara kıyasla varlığı marjinal boyutlardaydı. Devlet elitlerinin ilk işi, demografik verileri sağlıklı bir yükseliş trendine sokmak amacıyla, bir nüfus stratejisi belirlemek oldu. BM verilerine göre, 1950 yılında İsrail’in nüfusu ancak 1.3 milyon kadardı ve bu sayı olabildiğince hızlı bir şekilde arttırılmalıydı. BM verilerinin 1950 yılından başlayarak bizlere sunduğu rakamlar, İsrail’in nüfusunun süreğen bir artış trendi yakaladığını gösterir. Nihayetinde, 2016 yılı rakamları itibariyle, 8.2 milyon civarında bir nüfusa ulaşıldığını belirtmekte fayda var. Fakat bu nüfus, tamamıyla Yahudilerden müteşekkil değil. Yaklaşık olarak %25’ini farklı etnik kökenlerden insanlar oluşturuyor. Bunların başında da İsrail nüfusunun yaklaşık olarak %20’sine tekabül eden İsrailli Araplar geliyor. Ayrıca doğum oranlarındaki dramatik farklılıklar da İsrailli devlet elitlerini korkutmaya devam ediyor. Arapların yüksek doğum oranları, İsrail’deki Yahudi kitlenin dışarıdan takviye olmaksızın diğer etnik unsurlara kıyaslamalı oranlarını korumalarını imkânsız kılıyor. Bu durumda geriye yapılabilecek tek bir şey kalıyor: “Yahudi’yim diyeni” İsrail’e transfer etmek!
1950 tarihli Geri Dönüş yasasının potansiyel muhatapları “Yahudi’yim diyen” olarak ifade edilebilir çünkü Yahudi kimliği, İsrail devletinin on yıllardır uygulayageldiği söz konusu politikalarıyla birlikte hepten tartışmalı bir mahiyet kazandı. “Yahudi kime denir?” sorusu, bugün dahi İsrail entelektüel camiasını fazlasıyla yoran bir başlık. Geri Dönüş Yasası, bu temel soruyu o günlerden bugünlere taşımakta katalizör rolü oynadı. İsrail’in “anayurduna geri dönmek isteyen” Yahudilere yönelik geliştirdiği bu “açık kapı politikası”, bir kişinin Yahudi olmasını İsrail vatandaşlığı kazanabilmek için yeterli görmektedir. Peki, hukuk nezdinde Yahudi’yi teşkil eden unsurlar nelerdir? Sadece dini bir yönelim mi? Peki akabinde devletin seküler karakteri nasıl kodlanacak? Dini öğelerden arındırılmış bir kimlik olarak dillendirilerek mi? Bir başka deyişle, siyasal bir pozisyon alış mı? Kısacası Yahudi’nin ortak paydası nelerden müteşekkildir? Açıkçası devlet, bu detaylarla pek uğraşmadı. Çünkü sorun, fazlasıyla stratejik bir minvalde şekilleniyordu. İsrail’in acil olarak Yahudi göçüne (aliyah) ihtiyacı vardı. Dünyanın çeşitli yerlerinden İsrail’e yapılan Yahudi göçleri, bu bağlamda bir devlet politikasının teşvikinde ve refakatinde gerçekleştirildi. Yahudi Ajansı ve MOSSAD’ın pek çok operasyonda birlikte rol aldıkları da bilinen ama pek konuşulmayan gerçeklerdi.
Antisemitizmin ürettiği ontolojik kaygılar, Türkiye’de de sıklıkla mobilizasyon unsuru olarak fonksiyonelleştirildi. 1934 yılında yaşanan Trakya olayları ve 1955 yılında gerçekleşen 6-7 Eylül olaylarının yerleşik Yahudi cemaatinin antisemitizm kaygılarıyla hareket etmelerine sebep olduğu bir vakıa. İlk olarak Trakya’da gerçekleşen olaylar, 1929 Buhranının yoğun hissedilmesine mukabil bölge Yahudilerinin ekonomik hayattaki baskınlığı ve ulusal çapta ekonomiyi “millileştirme” çabaları, Avrupa’da serpilen faşizmin Türkiye’ye ideolojik sıçramaları ve dolayısıyla antisemit vurgular seslendiren Hüseyin Nihal Atsız (Trakya olaylarının hemen evvelsinde Edirne Lisesi’nde görevlidir) ve Cevat Rıfat Atilhan gibi isimlerin popüler varlığı, özellikle yükselen İtalyan tehdidine binaen Trakya bölgesindeki hudutların stratejik öneminin artması ve buna mukabil askeri tahkimatın “güvenceye” alınma kaygısı gibi sebepler Trakya’daki Yahudi varlığına yönelik saldırılara uygun zemini hazırladı. Kısacası neden-sonuç ilişkisi kurulabilecek bir silsileden bahsediyoruz.
Fakat 6-7 Eylül 1955’te gerçekleşen olaylar, direkt hedefi olmamalarına rağmen Yahudilerin kitlesel göçüne sebebiyet vermiş olması hasebiyle, soru işaretleri taşımaktadır. Birincisi, bu tarihlerde Türkiye siyaseti açısından Yahudilerle ya da Yahudi imajını artık sahiplenen bir yapı olarak İsrail devletiyle herhangi bir sorun yoktur. Aksine, İnönü yönetimindeki Türkiye, İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olmuş ve kısa bir süre sonra da Menderes yönetimi İsrail dış politikasında Çevresel Pakt olarak anılan gizli ittifakın parçası haline gelmiştir. Bir diğer husus, 1955’teki olaylar Kıbrıs’ın artık bir “sorun” olarak Türk dış politikası gündemine girmeye başladığı bir dönemde gerçekleşmiştir. Bir başka ifadeyle, ilerleyen günler Yunanistan’la yoğun gerilimlerin yaşanacağı bir süreçtir. Kaldı ki 6-7 Eylül olaylarının zahiri tetikleyicisi, Atatürk’ün Selanik’teki evine yapıldığı iddia edilen bombalı saldırıdır. Bu haber her ne kadar asparagas niteliği taşısa da amacına hasıl olmuştur. Fakat her ne hikmetse bu mantık silsilesi neticesinde İstanbullu Rumlarla sınırlı bir “hedefe” sahip olması gerekirken bir anda bütün azınlık cemaatlerinin varlıklarına yönelmiş ve Yahudiler de bu provokasyondan nasiplerini almışlardır. Trakya olayları, direkt Yahudileri hedef alan bir provokasyon olarak, Yahudilerin daha ziyade İstanbul’a göç etmelerine, 6-7 Eylül olayları ise hedef olmamaları gerekirken artık İstanbul’da yoğunlaşmış Yahudi nüfusun ekseriyetle İsrail’e göçüne neden olmuştur. Kısacası 6-7 Eylül olayları hali hazırda pek çok soru işareti barındırmaktadır.
Bu kısa değerlendirmeyi bir sonuca bağlamak gerekirse, antisemitizmin yükseldiğine yönelik üretilen algılar İsrail’in eline oynamaktadır. Bağımsızlığını ilan ettiği tarihlerden bu yana yaşadığı kronik demografik sorunları, dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan Yahudileri İsrail’de ikamet etmeye teşvik ederek aşmaya çabalayan devlet, İsrail’e temelli göç eden her yeni kafileyi törenlerle karşılamaktadır. Genellikle Yahudi Ajansı ve MOSSAD’ın ortaklaşa yürüttüğü süreçlerle şekillenen bu göçler, dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan Yahudilere yapılan sembolik saldırılarla tetiklenmektedir. Kısacası, Türkiye’de birileri İsrail’i protesto etmek istiyorsa bu noktada akıllarına gelecek son eylem dahi kendi vatandaşları olan Türk Yahudilerini hedef almak olmamalıdır. Sizleri bu yönde teşvik eden kimselerin bilinçli ya da bilinçsiz nerelere hizmet ettiklerini de yukarıda anlattıklarım doğrultusunda yine sizlerin takdirine bırakıyorum…