Eski TBMM Başkanı ve Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu üyesi Cemil Çiçek Habertürk TV'den Mehmet Akif Ersoy'un sorularını cevapladı.
Türkiye'de çok partili siyasetin en az 100 yıllık problemleri olduğunu belirten Çiçek " Olaylara ideolojik bakıyorsanız, siyah beyaz hastalığına düçar olmuşsunuz demektir. Siyah beyaz baktığınızda bu toplum kutuplaşır. Biz başkasının 50 tane yanlışını söyleriz, özellikle siyasette daha çok söyleriz.
Peki senin hiç mi yok diye sorunca 'eh hatasız kul olmaz' denir. 'Biz de şurada hata yaptık' diyebilmeliyiz. Siyah beyaz hastalığı uzlaşmayı, birlik, beraberliği sıkıntıya sokuyor. Mesela ben üniversite yıllarımda sağ-sol diye ayırdılar. Bize aklı verenler ekmeği vermediler. Bizim Yozgat'ın meşhur sözüdür. Neticesini kontrol edemeyeceği, hesabını soramayacağın kimseye para verme. Öbür dünyada zerre kadar hayrın, şerrin hesabı sorulmayacak mı?" ifadelerini kullandı.
Çiçek'in açıklamaları şöyle:
"En büyük benim, bütün güç bende" diye hava atan devletlerin hepsi virüse yenildi. Bu virüs güvenlik konseyinin 5 üyesini vurdu. Dünyada Çin, Rusya, Amerika, İngiltere, Fransa'yı vurdu. 75 günün bende bıraktığı intiba bu. En güçlü ülkeler bile bu virüs için 2-3 gram diyorlar, dünyanın en büyük ülkelerini dize getirdiğine göre. Biraz daha derinden, rahmani düşünmek diye bir şey var. Bu süreçte kendimi düşündüm. Siyasette yol haritası tecrübedir. Bu coğrafyada bin yıllık tarihimiz var. Tarih dediğimiz tecrübelerin yekünüdür. 75 gün içerisinde bir kısım kitapları bir defa daha okudum. Kendi yaşadıklarımla bunları örtüştürdüğümde çok şükür bugün belli noktadayız. Eksikliklerimiz var, yanlışlarımız var ama dünün Türkiye'si yok artık. Bugün çarığı sorsak çoğu kimse bilmez. Çoğu evlerde aksesuar, halbuki 50 yıl önce bir ihtiyaç. Biz daha ileri noktada olabilecek iken, çok şükür G-20'nin üyesiyiz. Mesela niye ilk 10'un, ilk 5'in içerisinde değiliz?
"DEVLET SORUNU İLE HÜKÜMET SORUNUNU AYIRAMADIK"
Türkiye birçok noktada değişti ama bazı şeyler hiç değişmemiş. Bunu okumalarımdan, yaşadıklarımdan ve dinlediklerimden çıkarıyorum. Bir defa 100 küsur yıllık süre içerisinde özellikle siyaset yapan insanlar olarak devlet sorunu ile hükümet sorunu ayrımını doğru dürüst yapamadık. Terör sorunu bir devlet sorunudur. Halbuki geriye dönüp baktığımızda, devlet bütün gücüyle uğraşıyor, Allah razı olsun hepsinden. Biz devlet sorununu hâlâ hükümet sorunu kabul ettik. 80 öncesi sağ-sol teröründe 'hükümet gider terör biter' denildi. Günde 3 kişi ölüyor iken hükümet değişince 20 kişi ölür hale gelmişti. Konunun ayrımını doğru dürüst yapamazsak tedbirinde de hata yaparız. Hükümet gitse de o vahşet, ülkeyi sıkıntıya sokan terör olayları devam edecekse alabileceğimiz tedbirler farklıdır. Mesela Kıbrıs sorunu bir devlet sorunudur. 50'li yıllardan beri.
"ŞEHİT CENAZELERİNDE BİLE YANYANA DURAMADIK"
Türkiye değişik hükümetler döneminde bu sorunu çözmek istedi ama hâlâ Kıbrıs sorunu var. Acaba bugünkü hükümet gitse Kıbrıs sorunu çözülmüş olacak mı? Bu ayrımı yapamadığımız için birbirimizi suçladık. Şehit cenazelerinde bile birbirimizin yüzüne bakmadan yanyana durmadık. Bugün tartıştığımız konuların önemli kısmı Türkiye Cumhuriyeti devletinin önemli sorunudur. Terörle boğuşan demokratik ülkeler var. İspanya, İngiltere var, başarılı oldular. Orada da siyaset yapan partiler vardı. Onlar bu meseleyi hükümet değil, devlet sorunu olarak kabul etti. Biraraya geldiler. Yapılacak işleri sessiz-sedasız yaptı. IRA ile İngiliz hükümetlerinin görüşleri 10 yıldan fazla sürdü. Ama kimse bunu iç siyaset malzemesi yapmadı. Birlikte tavır aldılar. Biz bu sorunun ayrımını yapamadık.
"BU USÜL VE ÜSLUPLA SADECE BAĞIRIP ÇAĞIRIRIZ"
Biz 1908'den bu tarafa her konuyu siyaseten tartışmışız. Her olayın elbette siyasi yanı vardır. Ama bilimle alakalıysa, siyaset ikinci planda ise evvela o konunun bilgisini ortaya koymak lazım. Mesela 28 Şubat'ta bunu en ağır bir şekilde yaşadık. Diyelim ki dini bir konu var. Bunu kimin tartışması gerekecek? Bu alanın uzmanları verecek. İlahiyat fakülteleri, Diyanet İşleri Başkanlığımız var. Hiç kimse bunlara bir şey sormaz, siyaseten bunu tartışırız. Mesela 3 milletvekilinin dokunulmazlığın düşürülmesi. Evvela hukuki yönü var. Ondan sonra işin siyaset kısmını herkes kendi partisine göre, çıkarına göre değerlendirme yapsın. Geçmiş uygulamalara, bugünkü uygulamalara bakıp, Anayasa'ya bakıp, iç tüzüğe bakıp değerlendirmek lazım. Bu konularda yeteri kadar bilgi verilmeden herkes siyasi konumuna göre konuşuyor. Bu üslup ve usülle, tavırla bu konuyu tartışırsak sadece bağıracağız, çağıracağız.
"BİRİ 'DİNSİZ' DEMİŞ ÖTEKİSİ DE 'ÜMMETÇİ"
110 yıllık süre içerisinde tartışmaların yüzde 99'u gerçeği ortaya çıkarmak için değil, birbirimizi köşeye sıkıştırmak için yapılmış. Görünürde mutabık kalmış gibi gözükmüşüz, amalı, fakatlı cümlelerle yukarıdaki mutabakatı sıfırlamışız. İlk parti 1859'da kurulmuş. O günden bugüne çok parti kurulmuş. İttihat Terakki ve Hürriyet İtilaf Partisi var. Balkanlar kaynıyor. Ülke yönetimine talip olan İttihat Terakki Partisi, Hürriyet İtilaf Partisi'ne 'Bunlar ümmetçi' diyor. Buna karşılık İttihatçılar'a 'Bunlar dinsiz imansız' diyor. Bunlar bu kavgayı verirken Balkanlar'da çeteler dağa çıkıyor. Halbuki tartışmalardan bir şey çıkması lazımdı. Ondan sonraki yıllara bakalım ilerici-gerici. Bunlar laik, bunlar değil. Peki ne oldu? Vardığımız bir sonuç var; darbe...
"SİYASETİN YARALAYICI DİLİ YANLIŞ BİLGİLERDİR"
Tartışmanın temelinde gerçeği ortaya çıkarmak yok, köşeye sıkıştırmak, köprüye getirmek, helal olsun diyerek bilek güreşi yapmak. Bir muhalefet partisinin işinin gücünün sadece iktidar partisinin yanlışlarını söylemek değildir; kendi doğrularını da söylemektir. Güçlendirilmiş parlamenter sistem şöyle olacaktır diye bir metin yok ortada mesela. Bu sistem yanlışsa, size göre yanlış olabilir, o zaman doğrusu şudur diye bunu açık açık ortaya koymanız lazım. Şimdi sadece güçlendirilmiş parlamenter sistemini söylüyoruz. Bu sistemin de çeşitleri var. Birilerinin yanlışını elbette söyleyeceğiz ama yanlışı söylerken yanlış bilgiye dayanmayacağız, yanlış bir üslupla söylemeyeceğiz. 110 senedir siyaset dilinin bu kadar yaralıyıcı olmasının temelinde yanlış bilgilere dayalı olmanın ve yanlış bir üsluba dayalı olmaktan geliyor.
"BUNU İLK KEZ AÇIKÇA RAHMETLİ TURGUT ÖZAL SÖYLEDİ"
Bizim bunca yıllık uygulamalarımıza baktığımızda böyle bir üslupla, usulle siyaset yapıyoruz. Bir siyasi partinin varlık sebebi kendi doğrularını ortaya koymaktır. Bunun istisnai örnekleri vardır. Mesela Anavatan Partisi'dir. Yokluklar var kuyruklar var. Margarin alabilmek zor, bir depo benzin alabilmek tavassuta bağlı bir şey. Öyle bir ortamda Türkiye selamete nasıl ulaşacak? Bunu açıkça söyleyen rahmetli Turgut Özal'dır. Gitti Aydınlar Ocağı'nda konuştu. Öyle teoriden değil, net konuştu. 'Köprüyü satacağım' dedi. Bir kısım somut şeyler söyledi. Öbürünün yanlışını söyle, geri kalanı gelince düşünürüz ya da üç beş fiyakalı sloganla top çevirmiştir.
"ÖZGÜRLÜK SORUMLULUKLA BERABER BİR ŞEY İFADE EDER"
Biz belli konuları tartışırken o alanın tümünü dikkate alarak tartışmak yerine işimize gelen kısmından bahsediyoruz. Mesela hepimiz özgürlüklere vurgu yaparız. Özgürlük insanla ilgili bir şeydir. Cenab-ı Hak insanları özgürlükler vermiştir. Ama sorumluluk hiç aklımıza gelmez. Sorumlulukla beraber özgürlük bir şey ifade eder. Sorumsuzluğu özgürlük olarak telakki edip, iktidarı bununla tenkit ederseniz Türkiye'de kavramlar, kurumlar aşılır, kamu düzeni bozulur. Biz fert-devlet ilişkisini doğru kuramadık. Güvenlik-özgürlük dengesini kuramadık, özgürlük-sorumluluk dengesini kuramadık. Mesela toplantı, gösteri yürüyüşü yapmak insanların hakkıdır. İzin alarak yapılır. Gittiniz Abdi İpekçi Parkı'nda neyi beğenmiyorsanız protestosunu yaparsınız. Ama kaldırım taşlarını sökerek, esnafa zarar vererek nasıl yapacaksınız?
"KUTSALLAR ÜZERİNDEN YAPILAN TARTIŞMA ZARAR VERİYOR"
Devletin ayırdığı meydan vardır, yok orada yapmayacağım, burada yapacağım. Polisle tartışılır, kavga başlar. Ankara'da kanunsuz yürüyüşler sebebiyle oradaki esnaf çoğu zaman kepeng kapatır. Tek yönlü tartışıp diğer sorumluluk dengesini, güvenlik dengesini kuramadığınız takdirde günlerce tartışmış oluyoruz. Tartışmayı bilgi üzerinden, bilim üzerinden değil değerler ve kutsallar üzerinden yaptık. Bu çok felaket bir şey. Sadece din değil, onun dışında toplumun kutsalları vardır. Atatürk bir ortak değerdir. Bunlar üzerinden tartışma yaptığınız takdirde hiçbir sonuca varmıyorsunuz, toplum kutuplaşıyor ve siyaset içinden çıkılmaz hale geliyor. Özeleştiriyi yeteri kadar yapmadığımızdan kaynaklanıyor bu durum. İktidarın görevi ülkede huzuru, barışı, birliği, bütünü sağlamaktır. Siz kutsallar üzerinden bu tartışmaları yaptığınızda bir türlü birlik, beraberlik, kaynaşma olmuyor.
"DEVLET İÇİN DİNİ, DİNİ İÇİN DEVLETİ KAYBETMEK SORUNU"
Bu ülkede ne kadar laiklik tartışması yaptık? Şimdi başörtüsü konusu ne oldu? Biz bunu niye 30-40 sene tartıştık da birçok insanın hayatına, tahsiline maloldu? Ne vardı bunda endişe edilecek? Bunu bir türlü gerçekleştiremedik. Ben bunu Anayasa Mahkemesi'nde de söyledim. Savunduğum partilerin davasında. YÖK ve Diyanet İşleri Başkanı anayasal kurum. YÖK diyor ki, 'Ben başörtülü üniversiteli öğrenciyi kabul etmeyeceğim'. Diyanet de diyor ki, 'Başörtüsü Allah'ın emridir', inanırsınız, inanmazsınız o başka mesele'. Bu ülkede vatandaşı düşünün devleti için dinini mi terkedecek, dini için devletini mi terk edecek? Şimdi bakın çözüldü. Keşke daha önce çözülseydi ama ağır bedeller ödüyoruz maalesef.
"TARİHİ OKURKEN ONA İDEOLOJİ GİYDİRMEMEK LAZIMDIR"
Mühim olan vicdan muhasebesini yapabilmektir. Biz iki alanda yanlış okuma yapıyoruz. Bir tanesi tarih değerlendirme. Kafamızda belli bir tarih anlayışı var. Tarihi delil aramak için okuyoruz, ondan ders çıkarmak için değil. Diyelim ki Tanzimat bu ülkenin canına okudu diyelim, ben onun kötülüğüne karar vermişim, nerede Tanzimat'ı kötüleyen bir şey varsa onu okumaya çalışıyorum. Tarihi mukayeseli okuyacağız. Tarihe ideloji giydirmeyeceğiz. İkisi de Cenab-ı Hakkın rahmetine kavuştu. Mehmet Akif'le Abdulhamit'i karşı karşıya getirmeye çalıştık. Niye? İdeolojik gözlükle olaylara baktığımız için. Rahmetli Cemil Meriç, ideoloji idraklerimize giydirilen deli gömleği demişti.
"CENAB-I HAK AKIL VE VAHİY GİBİ İKİ ELÇİ GÖNDERDİ
Rahmetli Muhammed İkbal'in bir sözü var. Diyor ki, İslâm dünyası aklını, Batı dünyası vicdanını kaybetti. Batı dünyasının vicdansızlığı, İslâm dünyasının yaşadığımız günlerde akılsızlığı var. Bir kişinin peşinden gidiyoruz, o ne derse gerçek o. FETÖ zırvalığı nereden çıkıyor? Tarihi mukayeseli okuyacağız, aklımızı kullanarak buna bakmamız lazım. İslam alimleri derler ki, 'Cenab-ı Hak insanlara iki elçi gönderdi. Biri akıl biri vahiy' Akılsız siyaset yapılabilir mi, akılsız dindarlık olabilir mi, devlet yönetilebilir mi? Akıl yoksa ahlâk da yok. İslâm dünyasında bugün yaşanan kepazeliğin temelinde ne var? Akıl da yok, ahlâk da yok. Batı dünyasında da vicdan yok. Bu virüs hepsinin kepazeliğini ortaya koydu zaten.
"BİZE AKIL VERENLER KİŞİLER EKMEĞİ VERMEDİLER"
Olaylara ideolojik bakış, hayatı ideolojiye göre tanzim ülkemizin en önle problemlerinden bir tanesi. Olaylara ideolojik bakıyorsanız, siyah beyaz hastalığına düçar olmuşsunuz demektir. Siyah beyaz baktığınızda bu toplum kutuplaşır. Biz başkasının 50 tane yanlışını söyleriz, özellikle siyasette daha çok söyleriz. Peki senin hiç mi yok diye sorunca 'eh hatasız kul olmaz' denir. 'Biz de şurada hata yaptık' diyebilmeliyiz. Siyah beyaz hastalığı uzlaşmayı, birlik, beraberliği sıkıntıya sokuyor. Mesela ben üniversite yıllarımda sağ-sol diye ayırdılar. Bize aklı verenler ekmeği vermediler. Bizim Yozgat'ın meşhur sözüdür. Neticesini kontrol edemeyeceği, hesabını soramayacağın kimseye para verme. Öbür dünyada zerre kadar hayrın, şerrin hesabı sorulmayacak mı?
"YABANCILARIN İSTİHBARATÇILARI TÜRKİYE'DE"
Eskiden hiç olmazsa çizginin o tarafı bu tarafı diyorduk. Şimdi çizginin bu tarafında olanlar da kendi içinde kabileleştiler. Siyaseten de olsa tümüyle karamsar tablo çizmeyeyim. Üniversite yıllarında 'Nazım Hikmet Moskova'ya niye kaçtı' diyorduk, 'Komünist Nazım' diyorduk. Şimdi bizi o yola sevkeden liderler Nazım Hikmet'in şiirini okudu. Madem öyle olacaktı bizi niye kavga ettirdiniz? Herkesi dinleyin, hiç kimsenin dediğini defaten kabul mecburiyetiniz yok. Bu ülke yabancı ülkelerin birinci sınıf istihbaratçıların görev yaptığı ülkedir. 15 Temmuz bize bunu açıkça öğretti. Kendi devletimizin içinden bizi nasıl çürüttüğünü gördük.
"TOPLU İĞNE ÜRETEMEZKEN DENİZALTI YAPIYORUZ"
Hakikatin tek bir yüzü yok. Mutlaka başka şeyler de var. Tarihe ideolojik bakmamak lazım. Bugünden 100 sene evvelki olayları değerlendiriyoruz ve suçlamaya başlıyoruz. Bunu ders çıkarmak için yapıyorsak eyvallah. Ama çoğu zaman bunları suçlamak için yapıyoruz. Bir işin doğrularına, yanlışlarına o günün şartlarını, iç dış dengelerini hesaba katarak bakmak lazım. Bu ülkenin insanları 70-80 evvel toplu iğneyi dışarıdan ithal ediyordu. Bugün çok şükür denizaltıyı yapıyoruz. Yanlışları, eksiklikleri yanlış bir üslupla söylemeye çalıştığımız için bir noktada buluşmamızı engelliyor. Biz tarihi olayları vuku bulduğu şekille değil beynimizdeki şekillendirmeyle okuyoruz. Bizim müslümanlığımız da dinlemeye dayalı. Kulağımıza üflenen ne kadar doğru, ne kadar yanlış. Ne kadar bu ülkenin adamı, ne kadar yabancı ülkenin istihbaratın adamı.
"BİRLİĞİMİZİN DİKİŞ NOKTALARINA JİLET ATARSANIZ"
Bu ülkenin başına dert açan 5-6 tane ülke var. Devlette görev yapmış insan olarak söylüyorum, bunların birinci sınıf istihbaratçının görev yaptığı ülkedir Türkiye. Hala 15 Temmuz'u ceza hukuku olarak, kriminal olarak kabul edip de bunun yansımalarını anlayamaz isek başka sorunlarla karşı karşıya kalırız. Bu olayın başka yansımaları var, oturup kafa yormamız gereken hususlar var. Türkiye gibi ülkede obruklar çok. 10 yılda bir düşüyoruz da bu obruklara. 50 küsur senedir konuşmalarımızda birinci cümlemiz 'Türkiye zor bir dönemden geçiyor' oluyor. Ülkenin birliğini beraberliğini temin eden dikiş noktalarına jilet atarsanız bu birlik ve beraberlik nasıl sağlanacak?
"TEKBİR GETİREREK BİRBİRLERİNİ BOĞAZLIYORLAR"
Bugünün gençleri büyük ölçüde dini kaynakları okuyarak İslâm'ı değerlendirmiyor, müslümana bakarak karar veriyor. Müslümanın da bakılacak hali kalmamış. Bu bizim sorumluluğumuz, o gencin sorumluluğu değil. Bir düşünce, güzel kendi döneminde güzel örnekleri ortaya koyamıyor da, 500 sene geriye gidiyorsa o neslin büyük sorumluluğu var. Biz İslâmla ilgili hangi değerlere atıfta bulunuyorsak günümüzden örnekler verebiliyor olmamız lazım. Muhammed İkbal, İslam dünyası aklını kaybetti diyor ya, aklını kaybedince ahlâkını da kaybetti. Dini idelolojileştirdik, onun için tekbir getirerek müslümanlar birbirini kesiyor. Dünyada 70-80'den fazla terör örgütünün yarıdan fazlası müslümanlık iddiasını taşıyor. Bu neyin nesi? Bu akıl birilerin ipoteğinde.
"FETÖ ALÇAKLIĞININ MALİYETİNİ HESAP EDEN VAR MI?"
Bizim toplumumuzda şöyle bir şey var. Siyasette köye, kasabaya gideriz, 'oyunu bize ver, başka şeye karışma' deriz mesela. Bizim toplumumuz halen olaylara, partilere bakarken şahıslar üzerinden bakıyor. Böyle bir lider çıksa, ah bir Atatürk çıksa, ah bir Özal çıksa, ah bir Erbakan gelse, öbür taraftan da ah bir Ecevit gelse. Tarihe bakışımızdaki şaşılıktan kaynaklanıyor bu. 100 yıllık tarihimizi bu ülkenin aydınları, en evvelde siyasetçileri iyi bilsek herhalde Türkiye önemli fırsatları yakalayabilecek. Dünyevi sorunlarımız için Zaloğlu Rüstem bekliyoruz. Öbür dünyadaki pozisyonumuz için de bir kişi bulacak, eteğine yapışacak adam bakıyoruz. İyilerini tenzih ederim. FETÖ açısında söylüyorum. Bu alçaklığın maliyetini hesap eden var mı? Onun peşine takılarak cennetten parsel numarası almaya kalkıştılar. Cennette emlakçılık yapmaya kalkıştılar.
Bu ülke siyaseten, ticareten, dinen kandırılmış insanlar ülkesidir. Bütün bunları demokrasi adına konuşuyoruz. Demokraside kahraman olmaz. Demokrasinin doğru kuralları vardır. Vasat zekalı insanlar o kuralları işletir, o ülke belli istikamete doğru gider. Biz ülkedeki dengeleri, kurtuluşu, sistemlerin işleyişini şahıslardan bekliyoruz. 'Bir Atatürk çıksa' diyoruz. Böyle bir beklenti içerisinde olabilir mi insan? Atatürk'ün geçmişte koyduğu şeylerden dersler çıkarmalıyız.
"YARGIYA, ORDUYA VİRÜS 27 MAYIS'TA GİRMİŞTİR"
Kurumlar belli süreden beri yıpranma içerisinde. Biz son kısma baktığımız için belli bir partiye mensubiyet içerisinde olaylara baktığımız için. Bu darbeler devletin içine koronavirüsünü koydular. Devlet dediğimizde akla gelen temel kurumlara virüs 27 Mayıs darbesiyle girdi. Mesela yargıya virüs, orduya virüs o zaman girdi. Ben 27 Mayıs'ta orta 3'te idim. 3 sene geçmedi Talat Aydemir darbe teşebbüsünde bulundu. Sonra 12 Mart'ta üniversite öğrencisiyim. 12 Eylül'de hayata yeni atılmıştım. Ağız tadıyla bu ülke bir Cumhurbaşkanını seçememişti. Bugün sivil Cumhurbaşkanları varsa bunun ilk adımını rahmetli Özal atmıştı. O zaman sivilleşmeseydi bugün halen benzer sıkıntıları yaşıyor olabilirdik. Nitekim 27 Mayıs e-muhtırasını yedik biz. Medya da çok şerbetlidir tabiri caizse.
"SEÇİLENİ SOPAYLA GÖTÜRMEK AHLAKSIZLIKTIR"
Demokrasinin hukuk ayağı var, partiler kanunu var, yarım yamalak da olsa bir anayasası var. Ama kültür ve ahlak ayağı yok. 1876'da parlamentoyu açmış bir ülkede halen konulara darbeci mantıkla, darbe lafını telaffuz ediyoruz. Bu tartışmalarla Türkiye demokrasi kültürü oluşturamıyor. Halkın seçtiğini sopa, değnek, silahla götürmek demokrasi adına ahlâksızlıktır. Kültür ve ahlâktan olan boşluğu kanunla doldurmaya çalışıyoruz. Bu iki noktada eksiklik var.
"AK PARTİ, DENETİMLİ SERBESTLİK ALTINDAYDI"
Demokrasi çok şükür doğru bir tercih. Kazandıranlardan Allah razı olsun. Düzeltmek, eksiği tamamlamak bizim işimiz. Bunu kültür ve ahlak haline getirmek de siyaset yapan bizim, aydınlarımızın, üniversitelerimizin görevi. 2008'e kadar AK Parti deplasmanda maç yaptı. Ya da denetimli serbestlik altındaydı. İktidarsınız, vatandaş sizin her şeye kadir olduğunuzu zannediyor. Ama size 60'dan beri virüsün yuvalandığı bir kısım kurumlar sebebiyle en makul olan en doğru olan şeyleri yapamamışsınızdır. Devlette bir çatışma çıkmasın diye durmuşsunuzdur. Bir anayasa fırladı devletin kurumları dibe vurdu. Bunları bağrımıza bastık. Cumhurbaşkanlığı seçimini yapamadı bu devlet. Meclis'te anayasaya uygun Cumhurbaşkanı seçilemedi, devlet krizi oldu. Neredeyse daha kötüye gidecekti.
"YARGININ GÖREVİ HUKUKİ DENETİMDİR SİYASİ DEĞİL"
Bir partinin göstereceği adayın genelkurmay başkanından onay alacağı nerede görülmüş? Herkes kendi görevini yapacak? AK Parti 2007'de Cumhurbaşkanını neden seçemedi? Denetimli serbestlik altındaydı. Allah'tan erken seçim kararı alarak, MHP'nin de Meclis'e girmesi sebebiyle. Yargının görevi hukuksal denetimdir, siyasi denetim yargının işi değil Meclis'in görevi. Siyaset benim hakkım, sorumluluğum olduğu halde yargı, ordu siyaset yaptı. Herkese teşmil etmiyoruz, yapana söylüyoruz bunu. Kapatma davasını uydurma bir sürü delille açtılar. Bunun Türk ekenomosine verdiği zararı da hesap edemediler.
"ADLİYE MESELESİ 400 YILDAN BERİ GÜNDEMDE"
Osmanlı eski ihtişamına nasıl kavuşacak? Onun için yazılmış siyasetname ve vasiyetnameler var. Mesela Lütfü Paşa'nın kitabı var. Onlar koruyucu hekimlik anlamındadır. Şimdi söyleyeceğim siyasetnameler tedavi edici. Mesela Koçi Bey Risalesi, Defterdar Sarı Muhammed Paşa'nın yazdıkları, büyükelçilerin yazdıkları var. Aşağı yukarı 6-7 tane ortak nokta var. Bunlarda bir tanesi adliyenin ıslahı var. Demek ki bu adliye meselesi bu milletin gündeminde 400 sene var. Zaman zaman düzelmeler oluyor, sonra eski hastalıklar nüksediyor. Adliye meselesi sadece kanun meselesi değil. Türkiye temel yasalarını tümüyle değiştirmiş Avrupa'da tek ülkedir. Binanın ana kolonları değişti 15-20 sene içerrisinde. Ayrıca uyum yasaları. Yargı reformu, adliye reformu insan meselesidir. Hukuk fakültelerinizde hak, hukuk, adalet noktasında insan yetiştiremediyseniz cübbe hiçbir sorunu çözmez.
"YARGI İMAJINIZI YA ABAD YA DA BERBAT EDER"
Türkiye mühendislik alanında, tıp alanında başarılı olmuştur ama hukuk konusunda aynı şeyi söyleyeyemeyiz. Yargı kararları sizin imajınızı ya abad eder ya da berbad eder. Türkiye'de belli bir rakamın üzerinde yatırım yapacak adamların ilk ziyaret ettiği yer Adalet Bakanlığı'dır. Ben buraya yatırım yapacağım başıma bir iş gelir mi diye. Hukuk bir toplumun oksijenidir. Bu güvenceyi verebildiğiniz takdirde milli imkanlarınızla ülkenize katkı sağlamış olursunuz. Onun için üniversitede hukuk eğitimine biraz daha özen gösterilmesi lazımdır.
"AF, ADALET KAVRAMINI CİDDİ OLARAK AŞINDIRIYOR"
Cumhuriyet kurulalı iki senede bir af çıkmıştır. Öyle olunca devlet itibar kaybediyor, kurumlar aşınıyor. Hak hukuk kavramı aşınıyor. Kanuna nizama uyan adam bunlardan zarar görüyor. Affın tabiatında bir adaletsizlik vardır. Devletin birinci görevi rejim ne olursa olsun teorik olarak adaleti tesis etmektir, af ise adalet kavramını ciddi ölçüde aşındırıyor. Yozgat'ta avukatlık yapıyorum, o zaman idam cezası var. Yerköy'de Topal Rıfat diye bir adam var. Bir ilçemizde kumar oynuyor, ütülüyor, bir taksi tutup köyüne geliyor. Bir annesi ve kız kardeşi var, babası ölmüş. Annesinin yastık altında parası var. Anasından para istiyor. Annesi de 'Ben de para yok' diyor. Uzun bir tartışma çıkıyor, baltayla ahırda annesini kesiyor. Kadıncağızın bağırmasına kız kardeşi yetişiyor. Bu sefer onu da kesiyor.
"SUÇLARKEN DİNİ SAVUNURKEN KANUNU REFERANS ALIYORUZ"
Ben bu davada müdahil vekiliyim. Yargılama yapıldı, idam cezası verildi. Süreç uzadı, çıkan aflar sonucunda Topal Rıfat 7-8 yattı çıktı. Topal Rıfat'ın o ilçede gezdiğini gören insan ne düşündü? Şimdi af sıkıntılı bir mesele. Şimdi ben Hazine arazisini çevirmemişim, kanuna, nizama uymuşum. Birisi orayı çeviriyor, sonra af çıkıyor. Benim 7 ceddimin kazandığından fazla kazanıyor. İslam toplumunda ve bizim toplumumuzda buna dikkat etmek gerekiyor. Birini suçlarken dini referansı esas alıyoruz. Kendimizi savunurken kanunları esas alıyoruz. Kanuni olan herşey ahlâki değildir. Bizimki gibi toplumlarda birilerini suçlarken, ayrıştırken dini esas alarak suçlarız, kendimizi savunurken 'Bunda ne var, kanuna uygun yaptım' diyorsunuz.
"İNSANLAR OKUYARAK DEĞİL BAKARAK KARAR VERİYOR"
Ahlak önemlidir, din ahlaktır. Bu toplumda deizmden şikayet ediyorsak, işin ahlak boyutunu öne çıkarmamız lazım. İnsanlar okuyarak değil bakarak karar veriyor. Biz misal vermek gerekirse 500 sene, bin sene evvelki örnekleri veriyoruz. Siyasetçi toplumun önünde, iş dünyası da önde, dini yapılar, sosyolojik yapılar toplumun önünde. Bu türlü yapıların görevi iyi insan yetiştirmektir. İyi, dürüst, güvenli insan. Bu noktada Türkiye'nin ciddi sıkıntıları var. İki alanda obruk var. Obruk alttaki çekilen suyun sonucu meydana gelen çukurlardır.
"BENİM VE TANIDIĞIM KİŞİLERİN BUNA İHTİYACI YOK"
Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu yeni bir kurum. Ben ununu elemiş, eleğini asmış bir insanım. Ömrün de sonu var, dünyanın da sonu var, yaptığımız hizmetlerin de sonu var. Siyasette seçildiniz, o görev, bu görev, neticede biter. Bugün Meclis'in yüzde 90'ı yenilenmiştir. Bu türlü görevleri önemserim. Yeni kuruldu, bunu hemen başka türlü, yok filancalar parti kuracaklar, oraya gitmesinler vs. dendi. Benim ve tanıdığım kişilerin buna ihtiyacı yok. Ben mesela 91'de aday olmamıştım. Cenab-ı Hak, hak etmediğim halde bana bir sürü imkan verdi. Şimdi buradaki görevi bu sorumluluk içerisinde yapmaya çalışıyorum. Böyle kurullar başka yerlerde de var. Burası adı üzerinde istişare organı. İstişareyi Cumhurbaşkanları yapıyor. O neye ihtiyaç duyuyorsa, bir fikir almak, değerlendirme yapmak ihtiyacı duyuyorsa gündemi kendisi belirliyor. Kuruluş yeni olduğu için, araya virüs girdiği için, yeteri kadar toplantı da yapılamadı.
"TÜRKİYE'DE HALEN ÜÇ ALANDA KAYIT DIŞILIK VAR"
Geriye dönük değerlendirme yaptığımda 28 Şubat sürecinden beri Türkiye'de üç şeye dikkat çektim. Bugün halen bile Türkiye'de üç alanda kayıt dışılık var. Birisi ekonomide. Bunca çabaya rağmen ekonomimizin en az üçte biri kayıt dışı. Daireyi 1 milyondan satarsın tapuda 300 binden gösterirsen mesela. Efendim petrol üzerinde şu kadar vergi var. Doğru ama, Mercedes'e biniyor asgari ücretten vergi veriyor, nasıl olacak bu iş? Mesela rahmetli Özal'ın fiş toplaması olabildiği kadar doğrudan vergiyi arttırabilmek için. Buna rağmen pazarlıklar yapıldı. Bir tarihte ayakkabı almaya gitmiştim eşimle. Vatandaş beni bilmiyor. Esnaf 'abi fiş istiyor musun' dedi. 'Fiş istersen şudur, istemezsen budur' dedi. 'Abi yolda maliyeciye rastlarsan, değiştirmeye getirdim de' dedi."