M. BAHADIRHAN DİNÇASLAN
İnsanoğlunun tarihi serüveninde en belirleyici evrimsel “icat”lardan biri cemiyet olmuştur. Bütün kurumları, bir maşeri zihin gibi bireyleri etkileyen karakteri ve en karmaşık dinamikleriyle cemiyet, “ortalama birey”in arkasında yatan büyük operasyonun farkında bile olmadan teknolojinin nimetlerinden faydalanarak sıradan bir hayatı idame ettirebilmesini sağlıyor. Basit bir yiyeceğin önümüze konması bile müthiş, insanı alışkanlığın tembel gözlüklerini çıkarıp ilk defa görüyormuşçasına baktığında hayretler içinde bırakacak kadar etkili bir operasyonun neticesidir.
Ayrı bir “genus” olarak evrimimizin ilk safhalarından itibaren iki tür evrim geçiriyoruz: Biyolojik ve sosyal. E. T. Hall, bizimle birlikte evrilen, bizim “icat”larımız olduğu halde bizim üzerimizde etki sahibi olan olgulara “sosyal uzantılar” diyor, icat ettiğimiz eşyalardan fikirlere, hatta kültürün kendisine kadar insana mahsus her şey, insanın bir sosyal uzantısıdır ve insandan bağımsız olarak evrilir, insanla rabıtası ölçüsünde de insan evrimini etkiler. Biyolojik ve sosyal evrimimiz koşut gidiyor ve cemiyetin tesisinde en önemli amilleri teşkil ediyorlar.
ÖDÜL VE CEZA
“Ve ben unutmayacağım. Ne de verilen şeyi ödüllendirmekten geri kalacağım. Sadakat sevgiyle, yiğitlik şerefle, ihanet intikamla.”
Denethor
Fosil kayıtlarımızın bir safhasında, doğuştan engelli olup kendi başına hayatta kalması mümkün olmayacak insanların 20’li, 30’lu yaşlarına kadar yaşatıldığını gösteren iskeletler var. Bu safha, bizim “çoğunluğun faydası için” vicdan ve empatiyi, şefkati ve yardımı geliştirdiğimizi işaretliyor. Peki, bu maymunumsularda böyle bireylerin yaşatılması evrimsel açıdan ne ifade ediyor?
Alet kullanan maymunlarda, yaşlı maymunların önemli bir görevi vardır: Bebek maymunlara alet kullanmayı öğretmek. Avlanamayan ya da kabuklu meyve toplayamayan, güçten düştüğü için koruma vb. görevlerde de işlev üstlenemeyecek cemiyet üyeleri faydasız değildir, hatta cemiyetin devamlılığı için en önemli görevi, alet kullanmayı öğretme görevini üstlenirler. İnsan topluluklarında şefkat güdüsünü tetikleyen genlerin ve sosyal fikirlerin yaygınlaşması da, böyle bir etki yaratıyor: Yaşlı, sakat, hasta bireylere bakılıyor, iyileştiriliyorlar. Kendi kabile ya da “sürü” mensubuna şefkati tetikleyen bir gen, belki onlarca “gereksiz” bireyin ömrünü uzatıyor ve bu açıdan faydasız gibi görünebilir ancak yaşlı, avlanamayan, üretimsel katkı yapamayan bireylerin de yaşaması temin edilince hayat tecrübesinin ve görgünün, alet bilgisinin (…) aktarılmasını bu bireyler sağlıyor. Karşılaştırmalı Mitoloji alanında en evrensel arketipin “yaşlı bilge” olması bu yüzden tesadüf değildir.
Demek, cemiyet gücü yetenin güçsüzü ezdiği ve üretime katkı yapma imkanı kalmayanın ölüme terk edildiği bir yer değil: Bugün bu çok daha gelişmiş bir operasyonla sağlanıyor; huzurevleri, bakımevleri, yetimhaneler, sosyal devlet… Bu sayede, normalde aciz bir şekilde ölüp gidecek olan Stephen Hawking gibi bir bilim adamı, cemiyetimize katkı yapmaya devam ediyor ve diğerleri, çıkacak bir Hawking’in yüzü suyu hürmetine bakılıyor, yaşatılıyor. Evrimsel olarak bu kazançlı bir strateji.
Ancak öte yandan, ta maymunumsu olduğumuz devirlerden bu yana şiddet ve ceza da toplumumuzun bir parçası. Bir felaket durumunda ilkel insanların suçu kadına, köleye atarak onları “tanrılar”a kurban etmesi, zayıfın elenmesi, azalan kaynağın birey başına düşen miktarının arttırılmasıyla ilgili. Bunun yanında, farklı insan türleriyle de özellikle kaynaklar kıtsa sürekli savaşıyoruz, yerin altı “doğal olmayan ölümler”le bu dünyadan ayrılmış milyonlarca insanın kemiğiyle dolu, hem de ilk ortaya çıkışımızdan beri. Jareed Diamond, Düne Kadar Dünya kitabında iki durumda çatışma olmadığını anlatıyor: Ya kaynaklar asla bitirilmeyecek kadar bolsa ya da ortada hiç kaynak yoksa. Diğer durumlarda farklı şekillerde mülkiyet anlayışları ve mülkiyeti koruma yöntemleri mutlaka evrimleşiyor.
Madalyonun iki yüzünü de bünyesinde barındıran cemiyet, iç uyumunu ve dışarıya karşı hayatta kalma stratejisini geliştirmek için, arkasındaki otorite serüvenimizin farklı safhalarında başka dinamiklerle şekillense de temelde aynı bir sistem yaratıyor: Ödül ve ceza. Masallardan başlayarak örgün eğitime uzanan indoktrinasyon sürecinde, birey sürekli ödül ve cezalar, övülen ve yerilen şeyler ile karşı karşıya. Bir cemiyetin neyi ödüllendirdiği ve övdüğü, neyi cezalandırıp yerdiği o cemiyetin temel stratejisine dair ipuçları barındırıyor. Örneğin aşırı kolektif ve cemaat özelliği gösteren Türk toplumunda “kendi kafasına göre iş yapmak” olumsuzlanan bir şey, birey ve bağımsız olmak pek övülmez.
KURAL NEDİR?
Cemiyeti anladık, peki birey? Son zamanlarda şortlu, mini etekli kızlara dayak yahut oruç tutmayan çocukları taciz eden cübbeliler haberlerini sıkça görür olduk. Bu, belli bir zihinsel yazılımı ve doktrini paylaşan cemiyet/cemaat mensuplarının, tehlike olarak gördüğü farklılıkları kendi cemiyet vizyonu lehine boğmak için kasıtlı ya da gayriihtiyari kurguladığı bir ödül-ceza sistemi. Gözlemci birey, “şort giyersem dayak yiyebilirim” ve “onların istediği gibi yaşarsam övülürüm” fikirlerini ediniyor. Peki, buna uyum sağlamak istemeyen birey, bu cemiyette nasıl hayatta kalacak?
Uyumlu bir cemiyet için tarih boyunca farklı ve basit şiarlar ortaya atılmış. Altın kural denen birisi, “sana nasıl davranılmasını istersen, insanlara öyle davran.” Gümüş kural ise, “sana yapılmasını istemediğini başkasına yapma”. Demir kural, uyumsuz ve ayakta kalması mümkün olmayan toplumun kuralı: “Gücün yetince istediğini yap, senden güçlüye boyun eğ”. Bir de bronz kural var, bu şiarların yeterince kapsayıcı olmadığını iddia edenlerin tanımlamaya çalıştığı, basitçe “Nasıl davranıyorlarsa, öyle davran” diyen bir kural.
Karar’da “Başkanlık nasıl fırsata dönüşür” başlıklı yazımda değindiğim bir deney, bu kuralın sistematiğini çok güzel işliyor. Deneyde, Amerika’da kuzeyli ve güneyli erkeklerden bir dizi soruyu cevapladıktan sonra cevap kâğıdını dar bir koridordan geçip bir masaya bırakmaları isteniyor. İki grubun da yarısı, koridorda yürürken karşıdan gelerek kendilerine laf sokup sertçe çarpan bir adamla karşılaşıyorlar. Daha sonra, koridorun iyice daraldığı bir yerde, iki kişinin geçmesi mümkün olmayan bir şekilde, bir adam daha karşılarına geliyor. Koridorda daha önce birinin hakaretine ve çarpmasına maruz kalan ve kalmayan kuzeyli erkeklerin, bu ikinci adama yol verip vermeme kararlarında anlamlı bir ilişki gözlemlenmiyor. Ancak güneylilerde çok keskin bir ayrışma var: Daha önce birinin çarptığı güneyli erkekler, bu ikinci adama çok sert, agresif davranıyor ve hatta kavga çıkarıyorlar. Daha önce kimsenin çarpmadığı gruptaki güneylilerse, kuzeylilerden çok daha kibar bir şekilde adama yol veriyorlar.
Deneyden çıkan sonuç şu: Güney daha düşük bir nüfus yoğunluğuna sahip. (Vaktiyle “Vahşi Batı”da at çalmanın cezası bu yüzden ölümdü). Aile reisleri, ailelerini kendi imkanlarıyla korumak zorundalar ve bütün aileler böyle. Silahlanma oranlarının en yüksek olduğu eyaletlerin güneyde olması tesadüf değil. Bu güneyliler arasında bir tür kod yaratıyor, herkes çizgisi aşılmadığı sürece temkinli ve kibar ancak çizgi aşıldıysa bir kuzeyliye nazaran çok daha sert ve kavgacılar.
Bronz kuralın temelinde, bireyin de cemiyete karşı ödül-ceza, teşvik-caydırıcılık imkanlarıyla donanması fikri yatıyor. Örneğin bireysel silahlanma savunucularının dilinden düşmeyen bir iddia vardır: Silahlanmanın kısıtlandığı bir ülkede, caniler ve kanundışı adamlar silaha her türlü ulaşır. Engellenen, “müspet vatandaş”tır. Ve bu uygulamalar müspet vatandaşın bu kriminal tiplere karşı caydırıcılığını azaltır.
Bu iddia doğru mudur bilemeyiz ancak örneğin Türkiye’de “aşiret çocuğu” olmak bir caydırıcılıktır. Karşısındaki caydırıcılık ise,“yasalar”. Bir aşiret çocuğunun ailesinin gücüne güvenerek altınızdan arabanızı gasp etmesini yasalar önler. Peki yasalar düzgün işlemiyorsa yahut belli mahallerde yasalar askıya alınmışsa? Bilek gücünüz, silahınız, kurnazlığınız ya da kendiniz gibilerle kuracağınız ittifak öne çıkar.
Bu durumda, mini etekli kızların, oruç tutmayanların ya da diğer “ezilen”lerin karşısına taktik ve stratejik boyutuyla şöyle bir manzara çıkıyor: Stratejik boyutta, kendin gibilerle birlik ol. Bir ağ kur, sana yapılan tacizin sosyal medya vasıtasıyla gündeme gelmesini ve yasaların bu kamuoyu gücüyle işletilmesini sağla. Taktik boyutta ise biber gazı taşı, yakın dövüş eğitimi al, zira tacize uğrayan bir genç kızın dediği gibi, mezara çiçek götürdüğümüzde iş işten geçmiş olacak. Hayatta kalabilmek için bu insanlar caydırıcılıklarını arttırmak, tekrar tekrar taktik düzlemde kavga ederek hak ve özgürlüklerini korumak zorunda kalmamak içinse stratejik düşünüp, birlikte hareket etmek, cemiyetin ödül-ceza sistemlerini de etkilemek zorundalar.
Tarih, bize cemiyet karşısında kendi teşviki (oy hakkı, silahlanma hakkı, örgütlenme hakkı vs.) ve caydırıcılığı (tacize uğrayınca aikido teknikleriyle kol kırma yahut tacizciyi geniş bir sosyal ağda afişe etme) ile donanmamış bireyin yok edildiğini gösteriyor. İşin bir başka boyutu: Özellikle sol örgütler taciz vs. vakalarını tetikçilik amaçlı kullanabiliyor. Siyasi muarızlarını, aynı oruç tutmayana saldıranlar gibi, Nihat Genç’in “vicdan kapanı” diye tarif ettiği yöntemle sindirmek için, bu ödül-ceza sistemini siyasileştirip kullanabiliyorlar. Basitçe “şehirli ve medeni” diyebileceğimiz beyaz Türklerin, maruz kaldıkları sistematik boğma operasyonuna karşı koyabilmek için bu siyasi sapmaya karşı da tetikte olup ontolojik meselelerin (eşcinsellik gibi) siyasileşmesini de engellemeleri gerekiyor.