ÖMER FARUK/İSTANBUL
İfade özgürlüğü’ bu topraklarda hep sorun olageldi. Yerküre üzerinde son yüz yılda yazarları öldürülmüş, hapsedilmiş, sürgüne gönderilmiş ülkelerin bir haritası çıkartılsa, durum bizim için pek de parlak olmayacak, bu açık. Edebiyat, sanat ve düşünce tarihimiz sürgünler, cinayetler ve acılarla dolu.
Batılı yazarlar, bilim adamları, sanatçılar ve düşünürler geçtiğimiz yüzyıllarda taassuba karşı verdikleri mücadele sayesinde ifade hürriyetinin sınırlarını bir hayli genişletti. İngiliz filozof John Stuart Mill, bu isimlerin önde geleni. Filozofun en bilindik eseri, ‘Özgürlük Üzerine’. Kitabın ikincisi ‘Düşünce ve Tartışma Özgürlüğü Üzerine’ müstakil bir kitap olarak Cem Akaş’ın çevirisiyle yayımlandı.
Kitap, gazetecilerin mahkemelerde süründürüldüğü, basının satın alınarak susturulduğu bizim gibi ülkelerde yaşayan hürriyetperver okurların yüzünü tebessüm ettirecek bir cümleyle açılıyor: “Basın özgürlüğünün, ahlaksal olarak çökmüş ya da baskıcı bir yönetime karşı bir güvence olarak savunulmasını gerektirecek günlerin geride kaldığını umuyoruz.” Bu satırların 1860 yılında İngiltere’de yazıldığını hatırlatalım.
John Stuart Mill, bütün kitap boyunca ifade özgürlüğünün engellenmesi halinde olacakları sade, akılcı ve sakin bir üslupla anlatıyor. Bir fikrin yasaklanmasının hem yaşayanları hem de gelecek nesilleri nasıl etkileyeceğini şöyle açıklıyor: “Eğer bu doğru bir görüşse, yanlışın yerine doğruyu koyma fırsatından yoksun bırakılmışlar demektir; eğer yanlışsa, o zaman da doğru görüşün yanlış olanla çarpışmasından doğacak daha açık algıdan ve bunun bırakacağı canlı izden olacaklardır…” Yani ancak ifade özgürlüğünün olduğu yerde fikirlerin doğru mu yanlış mı olduğu sınanabilir.
“Davanın yalnızca kendi tarafını bilen, davayı pek az biliyor demektir” diyen Mill, Antik Dünyanın en büyük hatibi Cicero’nun mahkemelerde ve senato kürsüsünde kullandığı yöntemi herkese öneriyor: Karşıt görüşün zihinsel konumuna kendini koymak, o insanın neler diyebileceğini düşünmek… Gerçeği ancak, bütün görüşleri eşit ve tarafsız bir şekilde dinlemiş kimseler kucaklayabilir çünkü. Her fikre saygılı ve açık olmayı düstur edinmiş Cemil Meriç de ‘Jurnal’inde münakaşa için “Hakikati birlikte aramaktır” diyor: “karşınızdaki, göremediğinizi gösterecek size. Sizden farklı düşündüğü ölçüde yaratıcı ve öğreticidir…” Ve soruyor: “Zıt fikirlere kulaklarımızı tıkamak, kendimizi hataya mahkûm etmek değil midir?” Bu bakış açısına göre hürriyetle hakikat arasında doğrudan bir ilişki kurulabilir. Hakikatin anlaşılabilmesi ve ele geçirilebilmesi için düşünme ve ifade özgürlüğüne ihtiyaç duymaktayız demek.
“Her tartışma yasaklama bir yanılmazlık taslamasıdır” Mill’e göre. Ve “tarih, baskı altında tutulmuş gerçeklerle doludur.” Kanun kuvvetine güvenerek yanılmazlık taslayanlarca susturulanlardan birkaç misal veriyor bize: Devletin tanıdığı tanrıları ret ettiği, sohbetleriyle gençliğe kötü örnek olduğu için yargılandıktan sonra baldıran zehriyle idam edilen Sokrates… Roma’nın zulmünden kaçarak evlere ve mağaralara sığınan, mum ışığında fısıldaşan, ibadet eden, inançları için işkenceyi göze alan ilk Hıristiyanlar… Kilisenin otoritesine isyan eden reformcu Protestanlar… “Sokrates öldürülmüştü, ama Sokratik felsefe gökyüzündeki güneş gibi yükseldi ve bütün entelektüel dünyayı ışınlarıyla aydınlattı. Hıristiyanlar aslanlara atılmıştı, ama Hıristiyan Kilisesi görkemli ve dal budak veren bir ağaç gibi büyüdü, daha eski ve daha cansız bitkileri bastırdı, gölgesiyle onların büyümesini durdurdu.”
Fakat J.S.Mill gerçeğin, yalnızca gerçek olduğu için er ya da geç zindanlara ve kazıklara galebe çalacağına inanmaz. Duygusal bir hayalperest değildir. O, gerçeğin gücünü, pek çok kez susturulsa da onu yeniden keşfedecek insanların vereceği kararlı mücadelede görür. Bir fikri ya da inancı ilk defa ortaya atanlar, onu öteki fikirlerden/inançlardan üstün kılma çabası içine girer. Bu çaba, savunulan fikrin veya inancın karşıt fikirden/inançtan çok daha canlı ve diri kalmasına sebep olur. Sonunda mağlup olmazsa kazanır, yaygın bir öğreti halini alır. Mill, böyle maceralardan geçerek gelecek nesillere miras kalan fikirlerin ve inançların zaman içinde donabileceğini iddia etmektedir. İfade özgürlüğü bu sebeple atalarımızdan miras kalan, gerçek sandığımız şeyler için de gereklidir: “Bir düşünce sık sık ve korkusuzca tartışılmazsa ona canlı bir hakikat olarak değil, ölü bir dogma olarak inanılır.”
Kitap, ifade özgürlüğüne nezaket, adalet, ılımlılık gibi değerler adına da olsa sınır çizilmesine karşı çıkarak sona eriyor. Her şeyden evvel J.S.Mill için bu kavramlardan yola çıkarak çekilecek sınırlar müphemdir. “Görüşlerine saldırılanların incinip incinmediğine bakılacaksa” der, “saldırı bazı şeyleri açığa çıkarıyorsa ve güçlüyse böyle bir incinme her seferinde söz konusu olur.” Ilımlı olmakla kastedilen, nefret dolu, alaycı, kişisel sözlerse bu silahların yasaklanmasını, her iki taraf da uyacaksa kabul edilebilir sayar. Fakat genellikle popüler olmayan görüşleri savunanlar, iftiraya ve hakarete uğramaya daha yakındırlar. Sayıları az, etki alanları dardır. Bu nedenle azınlıkta olana saldırıyı engellemeyi, hâkim olana saldırıyı engellemekten daha gerekli bulur.
Bir küçük eleştiri yetke, tekil, içrik, iti gibi kelimeler tercih eden mütercime… Niçin felsefe metinlerinin çevirilerinde ortalama okurun idrakine hitap eden kelimeler seçilmez? Felsefe anlaşıldığı ölçüde mi kıymetlidir, anlaşılmadığı ölçüde mi?