Bir memleket dizisi olarak Ethos veya Türkçe adıyla Bir Başkadır oldukça başarılı bir anlatıya dayalı. Filmin görsel inceliği, senaryonun gerçekciliği ve çoğu kez yerindeliği de vurgulanmalı. Ethos’un ve yazıp yöneten Berkun Oya’nın başarısı, Türkiye’nin hikâyesini anlatmada verdiği karar. Bu karar, sınıfsal ve etnik olanı dolayımlayan dinselliğin yarattığı farka dayanıyor. Kurumsal olarak olmasa da, sembolik olarak din, toplumsal bütünün unsurlarının geçişliliğini sağlayan bir zemin olmayı sürdürüyor. Dizi, sadece anlattığı hikâyelerle değil, imâları ve vargılarıyla da övgüyü hakediyor. Görülüyor ki bir yere hükmen atadığımız insanlar, kadın ya da erkek, orada ilelebet kalmıyor. Kitapta yazılı olan gerçeğe karşı sınandığında ortaya çıkan kaos, ezberlenmiş zihinsel ve davranışsal kalıplarla geriletilemiyor.
Gelgelelim, bu dinsellik, bir tür mutlaklık sanrısına yaslanarak anlatıyı kapatmıyor. Başka bir yerde belirtmeye çalıştığım üzere, görünürde hacmi bu kadar büyük olan bir dinselliğin çatlakları bulunmak zorunda. “Dinsel olan”, kendisini toplumsalın üzerine çıkarttığında bu zorunluluk kaçınılmazdır-sosyolojik bilgi. Dinselliğin hegemonik olmaktan çok, kendisini ancak politik dayatma ve zorla mümkün kılagelen, kimi zaman özellikle devleti arkasına alan neredeyse resmîleşmiş kamusal varoluşu, devasa Diyanet teşkilâtı, Kur’an Kursları, vakıflar, dernekler, cemaatler, tarikatler, renkli ve ciltli tefsir ve hadis külliyatı, Hac ve umre organizasyonları, gezici mevlidhânlar, çadır davetleriyle kazandığı groteskin altında eziliyorken üstelik. Üstelik, neredeyse 20 yıllık bir siyasal iktidar bu groteski ayakta tutma adına elinden geleni ardına koymazken.
Bir Başkadır’ın problematiği Türkiye’nin yaralarının görünür olduğu üç düzeye yayılıyor: sınıfsal, dinsel ve etnik. Meryem’in evinden çıkıp 24 no’lu otobüsle gündeliğe gittiği rezidansa uzanan yolculuğu, sınıfsal olanı İstanbul kaosuna yaslanarak tek sahneyle anlatıyor aslında. Daha da çarpıcı bir sahne: kameranın taziye evinden çıkan insanların ayakkabılarına yöneldiği ân. O ayakkabıların sunduğu ampiri ancak bir kenar mahalle mescidinde ve o mescidin müdavimlerinin katıldığı bir düğün ya da cenaze evinde gözlemlenebilir çünkü. Filmdeki sınıfsal temanın en azından varlıklılar aleyhine bir yüzeysellik taşıdığı söylenebilir belki. Bu düşünceye katılmak zor. Kişisel olarak, bu toplumda, burjuvazinin kendi sınıfsal varlığını bu kadar geriye çektiği başka bir dönem hatırlamıyorum. Eğer “hayat tarzı” riskiyse söz konusu olan, Meryem, Peri’den daha çok risk alıyor, her konuda ve her bakımdan. Hoca Ali Sait’in kızını saymıyorum bile. Politik riskse söz konusu olan, bu riski göze almadan yaşamak, zaten her hayat tarzının altını şu ya da bu şekilde oyacaktır.
Burjuvazi, kendi korunaklı alanına çekildiğinde Türkiye’ye ne sundu? Hangi kültürel, toplumsal ve entelektüel “düzeyin” burjuvazi tarafından savunulduğuna tanık olmaktayız? Türkiye’de, “ötekilerin” sunduğu kültürün, şehirleşmenin, mimarinin, sanatın, medyanın sergilediği sefaletin karşılandığı, sınıfsal ve politik bilinci yüksek bir burjuva formasyon var mı? Bu iş, toplumun sadece “bilinçli seyirci” konumuna indirgendiği bir iki film festivali, bir bienal, iki sergi ve üç konserle halledilebilseydi, “gated communities”de kaynak bulan élan vital başını azıcık dışarı uzatabilseydi, eminim, Türkiye daha yaşanabilir bir hâlde olurdu. Burjuva innerlichkeit’ı (içsel derinliği) eğer asgarî ücretlilerin yüksek fiyat barajlarıyla dışarda tutulduğu “gösterişci tüketimin” dışında bir seçenek sunmuş olsaydı, geride kalanlar bunu hiç olmazsa bir ara sosyal medyadan öğrenmiş olurlardı. Rövanşı almak için bile sırada beklemeye tahammülü olmayan ve dizide de özel bir vurguyu haketmiş “Özdil kişiliği” ve onun Kemalizmi hâlâ revaçta. Üstüne üstlük tam karşıtından da artık görünür biçimde yandaşlar devşirmiş durumda.
Yönelimlerinin farklılıkları isimlerinin tonunda belirginleşmiş Gülan ve Gülbin kardeşlerin, Ruhiye’nin travmasını yaratan ve karşılığında Ruhiye’nin kocası eski komando Yasin tarafından insanaltılaştırılmış Ramazan’ın somutlaştırdığı etnik sorunun, taşıdığı politik gerilimin niteliği ve şiddeti ne olursa olsun, sosyal hayatın hemen her yerinde karşımıza çıktığını, çıkarken çarpışan, çatışan etniler arasında bir ayrım yapmadan yaraladığı, bu sorunun “aldım verdim, ben seni yendim”le ama en çok da bölünmekle çözülemeyeceği sezgisini naif bulabiliriz filmin. Fakat hergün hâlâ akan kana bakarak artık neredeyse anlamsızlaşmış bir ısrardan daha değerli ve daha işlevsel bu sezginin varlığı. Tabiatıyla, bu ülkede yaşayanlar ve azından gerçek politik tutumun, her zaman naif bir sezgiden başlaması gerektiğine inananlar bakımından.
Bugünlerde, en son örneğini dramatiğin kendisi olmasına izin vermeyen bir tutumu sürdüren Kırmızı Oda dizisinde gördüğümüz üzere, psikanalitik pratiğin sinemada sık sık kullanılıyor olması, sadece narsistik kişilik zedelenmesinden mağdur yurttaş kitlesinin değil, aşağıdakilerin yaralarının da geleneksel iyileştirme/iyileşme metodlarıyla halledilemeyecek bir düzeye taşındığını gösterir. Psikanaliz, erken dönem Habermas’ca çoğu kez vurgulandığı üzere, tahrif edilmemiş iletişim şartlarının ve araçlarının nasıl kurulabileceğine dair bir fırsat sunar. Varoluşun maddî gerçeklerinin askıya alındığı pembe öyküler yerine, konuşmanın, anlamanın ve anlaşılmanın dilsel bağlamını derinleştirir. Psikanalizin sınıfsal kolonizasyonu bu durumu değiştirmez. Freud Viyanası’nda doğan çocukların yarısından fazlası evlilik kurumunun dışında doğmaktaydı ve bu çocuklar sonraları ebeveynleriyle birlikte felâkete doğru koşmakta tereddüt etmediler. Psikanalize ihtiyacı olan sadece küçük burjuva yahudi aileleri değildi; belki toplumun tümüydü. Olup bitenler yukardakilerin ruhsal konformizmini bozuyor olabilir ama aşağıdakiler için daha can yakıcı, biyolojik varkalmalarını bile güçleştiriyor çünkü.
Çatlak, bozduğu bütünü anlamak için elzem. Çatlağın temsil ettiği sapma, bütünün varsayılan mutlak saflığından daha manidâr. Meryem’in, Ali Sait’in, Jungcu Müezzin (?) Hilmi’nin açtığı çatlağa daha derinden bakmak, bu çatlağı yapıştırmak yerine, dinsel bütünün bu çatlağa duyarlı bir yeniden örgütlenmesini ve salt bu nedenle dinsel bütünün kendi üzerine yeniden düşünümünü taleb etmekten başka her yol yalan. Dinsel groteski yıkacak olan, bu çatlakların artması, kendilerini ifade etmesi ve hayatiyet bulmasıyla mümkün olabilecektir, eğer olabilirse. Yeter ki, “tahayyül gücü serbest bırakılsın”; din, cemaat, öte dünya azabı, bu dünyanın kaygısı, bu gücü tutsak kılmak üzere seferber edilmesin.
Herşeye rağmen Türkiye’nin bir şansı olacaksa, bu şans bir çatlak olarak dindarların hayatlarını anlamlı ve değerli kılmak üzere, “evlerinden çıkmasıyla”, Aydınlanma mottosunun buyurduğu üzere, akıllarını, başkalarının vesayetine ihtiyaç duymaksızın ve verili vesayet odaklarını reddederek kullanmalarıyla bir imkâna dönüşebilecektir. Meryemler, Ruhiyeler, Hayrünnisalar –evet, en çok kadınlar- nereye kapatıldılarsa oradan çıkarak, hayata doğru adım atarak, “bir başkalığı” sağlayacaklar. Bunu gerçekleştirdiklerinde, Hilmiler, Yasinler, Periler ve Ali Saitlerin dönüşümüne de katkı yapacaklar. Aydınlanmayı verili tabiatı sayan, kendi sözde-aydınlanma deneyimini bir kere ve bütün zamanlar için mutlaklaştıran postseküler bilincin tıkandığı yer, bu kapıyı sadece belirli bir kitle için açık sayıyor olmasıdır. Bu tekelcilik, dinsel fundamentalizmden daha tehlikelidir. Bireyin sorumluluğunu ve özerkliğini kendisine ilke edinmeyen her tutum ve düşünce, özgürleşimin önünde engeldir ve bunun din de dahil olmak üzere, bir istisnası yoktur.