ABD Başkanı Joe Biden, Obama döneminde Başkan Yardımcılığı ve uzun yıllar Senato Dış İlişkiler Komitesi üyeliği ve başkanlığı görevlerinde bulunmuş, dış politika alanında oldukça deneyimli bir siyasetçi.
Normalde böyle bir ismin, partisinin Temsilciler Meclisi’ndeki çoğunluğu, Senato’daki kontrolü ve tam anlamıyla dağılmış bir Cumhuriyetçi muhalefet avantajını da kullanarak, çok aktif bir dış politika ajandası ile yola çıkacağı beklenebilirdi.
Ne var ki Biden, bir yanda aşırı kutuplaşmış ve bölünmüş bir toplumun sorunları, diğer yanda ülkeyi derinden sarsan pandemi ve getirdiği ağır ekonomik kriz olmak üzere, ülke içinde Trump döneminin miras bıraktığı devasa sorunları öncelemek zorunda.
Ancak, ABD’nin dünya sisteminde sahip olduğu ağırlık ve dünya siyasi sisteminin içinde bulunduğu dönüşüm dikkate alındığında, Biden’ın dış politikada izolasyoncu bir yaklaşımı benimseme lüksü bulunmuyor.
Zaten böyle bir yönelim, onun değişik vesilelerle ortaya koyduğu, aktif diplomasiye önem veren dünya perspektifiyle de uyumlu değil. Ayrıca, bütün dünyayı tam anlamıyla abluka altına alan Kovid-19 pandemi krizi önlem ve çözümler açısından da uluslararası bir koordinasyonun gerekliliğini ortaya koyuyor.
LİBERALİZME GERİ DÖNÜŞ
Biden’ın dış politikada nasıl bir yönelim ve performans sergileyeceğini tahmin etmek için gerekli bazı ipuçlarını, kendi geçmiş siyasi kariyerinde ve oluşturduğu liberal yönelimli dış politika ekibinde bulabiliriz.
Ancak şu var ki politika yapımcılarının şahsi yönelimleri ne olursa olsun, pandemi sürecinin ABD’yi ekonomik açıdan esir aldığı ve sosyal kamplaşmaları artırdığı, buna mukabil Çin’in bir dünya siyasi gücü olarak güçlendiği ve Rusya’nın Karadeniz, Orta Doğu ve Akdeniz’deki gücünü artırdığı bir konjonktür, kaçınılmaz olarak, Biden dış politikasının genel çerçevesini çizecektir.
Buradan hareketle Biden’ın hem realist hem de liberal entegrasyonist eğilimler arasında bir sentez arayışında olacağını düşünebiliriz. Biden’ın yakın siyasi ekibinin de desteğiyle, ABD’nin liberal dünyada liderlik rolünü yeniden üstleneceği, NATO ittifakı bünyesinde Avrupa ve ikili ittifak ilişkileri yoluyla Japonya ve Güney Kore’yle ilişkileri güçlendireceği şeklinde genel bir beklenti var. Biden, göreve başlama törenindeki konuşmasında da bu yaklaşımın işaretini verdi:
“Hudutlarımızın ötesinde yaşayanlara mesajım şudur: Amerika geçmişte de sınandı ve biz (her defasında) bundan daha da güçlü çıktık. İttifak ilişkilerimizi onaracağız ve dünya ile yeniden yakın ilişkide olacağız. Biz liderlik yapacağız. Ancak bunu, gücümüzün örneği ile değil örnekliğimizin gücüyle başaracağız. Barış, kalkınma ve güvenlik için güçlü ve muteber bir ortak olacağız.”
Biden göreve başlar başlamaz bu sözlerle uyumlu bazı önemli adımlar attı. Obama ile başlayan, Trump ile son noktasına ulaşan Asya’ya ağırlık verme ve Çin’in etrafını müttefiklerle kuşatma stratejisini, Biden’ın da genel hatlarıyla sürdüreceği tahmin edilebilir.
Yeni dönemde, Orta Doğu’da ise Obama’nın İran’ı uluslararası sisteme entegre etmeyi amaçlayan stratejisine devam edeceği, bu nedenle de Trump döneminin aksine, İsrail ve Suudi Arabistan’la daha gerilimli bir dönem yaşanacağı konusunda dış politika analistleri arasında genel bir görüş birliği bulunuyor.
Trump, Amerika’yı yeniden eski günlerine döndürme ve dünya siyasetindeki ağırlığını azaltma sloganıyla yola çıkmıştı. Onun yaklaşımına göre, NATO gibi uluslararası ittifaklar, Paris İklim Anlaşması gibi anlaşmalar ya da Dünya Sağlık Örgütü gibi kurumlar, gereksiz maliyetler getiriyor, müttefiklerin ve diğer ülkelerin ABD’nin sırtından haksız avantajlar elde etmesine neden oluyordu.
Trump defalarca ve kendine özgü üslubuyla müttefikleri eşit katkıda bulunmaya çağırıyordu. Ancak Trump, demokratik müttefiklerinin aksine, Putin ve hatta Kim Jong Un gibi otokrat liderleri sık sık övmeyi de ihmal etmiyordu.
Trump, otokrat eğilimleri, göçmen karşıtı ve aşırı sağı öven siyaset anlayışı sayesinde, ABD’yi liberal dünyanın lideri olmaktan çıkardı. Ortaya çıkan bu boşluğu ise, reel anlamda Almanya Başbakanı Angela Merkel, daha sembolik anlamda da Kanada Başkanı Justin Trudeau ve Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Ardern doldurdu.
Şimdi Joe Biden’la birlikte klasik Amerikan liberal dünya vizyonuna sahip bir anlayış yönetime geri dönüyor. Biden kadrosunun temsil ettiği ve kökleri Wilson’a uzanan liberalizm, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ve Soğuk Savaş döneminde kurulan uluslararası askeri, siyasi ve ekonomik kurumlardaki liderlik rolünü üstlenmekten kaçınmamayı telkin ediyor.
Amerikan liberalizminin, demokratik değerleri başka ülkelere yaymanın ABD’nin tarihsel sorumluluğu olduğuna inanan müdahaleci bir versiyonu da bulunuyor. Bu liberal müdahalecilik, Clinton döneminde Kosova’da, yeni muhafazakarların etkisiyle George W. Bush döneminde Irak’ta ve yine Obama döneminde Libya’da sergilenmişti.
Ancak gerek ABD’nin içerisinde bulunduğu şartlar, gerekse Biden’ın askeri güç yerine örnekliği vurgulayan liderlik söylemi düşünüldüğünde, yeni dönemde müdahaleci bir yönelimden daha ziyade, yumuşak gücü ve kurumsal entegrasyonu hedef alacak bir dış politika vizyonu benimsenmesi daha muhtemeldir.
Yeni başkanın görevinin ilk gününde yayınladığı kararnamelerle ABD’nin Paris İklim Anlaşması’na geri dönmesi ve yine Dünya Sağlık Teşkilatı’na tekrar katılmasının da gösterdiği gibi, Biden’ın uluslararası entegrasyonist yöneliminin somut işaretleri olarak ortaya çıkıyor. İklim Değişikliği konusunda Biden, bu konudaki yükümlülükleri Amerikan ekonomisi açısından tehdit olarak gören Trump’tan radikal bir şekilde ayrılıyor.
RUSYA VE ÇİN’LE STRATEJİK REKABET
Trump şahsen görev süresi boyunca Rusya Devlet Başkanı Vlamidir Putin hakkında en ufak bir eleştiri dahi dile getirmemişken, aynı dönemde Washington Rusya’ya yönelik yaptırımları uygulamakta tereddüt etmemişti.
Bu durum ABD Başkanı ile hariciye bürokrasisi arasındaki tenakuzu ortaya koyuyordu. Ancak, Biden döneminde 2016 seçim sürecine Rusya’nın müdahalesi nedeniyle Rusya’ya duyulan kızgınlığın Biden döneminde hangi somut politikalarla kendisini göstereceğini tahmin etmek kolay değil.
Muhalif lider Aleksei Navalni’nin gözaltına alınması sonrasında başlayan protestoların da gösterdiği gibi, giderek güçlenen bir muhalefet karşısında, Putin’in daha da otoriterleşeceği anlaşılıyor. Bu durumda, demokrasiye vurgu yapacak bir Biden yönetimi Rusya ile istemediği ölçüde sıkıntılı bir dönem yaşayabilir. Ancak bunun doğrudan ve hatta dolaylı bir askeri gerilime evrilmesini beklemek gerçekçi olmaz.
ABD’nin Rusya’ya karşı cevabının NATO’nun güçlendirilmesi, Ukrayna ile daha güçlü ilişkiler ve Belarus’taki demokratik muhalefetin desteklenmesi gibi politikalar yoluyla verileceği düşünülebilir. Bunun dışında, ABD asıl stratejik rakibi olduğunu düşündüğü Çin’in etrafını çevirme stratejisini sürdürecek ve Rusya’yı kendi yanına çekemese bile, Çin tarafına daha fazla itebilecek güçlü tepkilerden kaçınacaktır.
ABD’nin Obama döneminde başlayan ve Trump döneminde hızlanan Asya’ya yönelim stratejisinin Biden döneminde de devam edeceğini tahmin etmek güç değildir. Yeni başkanın yayınladığı kararnamelerde Çin’e dair Trump’ın aldığı hiçbir kararın geri çevrilmemesi dikkat çekiciydi. Bunlar arasında Trump yönetiminin Tayvan’la doğrudan diplomatik temasların başlamasına dair aldığı kritik bir açıklama da bulunuyordu.
Öyle ki, yeni yönetimin görevdeki ilk haftasında, Çin’in Tayvan hava sahasını onbeş savaş uçağıyla ihlal ederek gerginliği artırması dikkat çekti. Yine Biden’ın göreve başlamasından kısa bir süre önce, ABD’nin Doğu Türkistan’daki Çin politikalarını soykırım olarak tanıma kararının da iptali beklenmiyor. Çin’in insan hakları ihlalleri ve uluslararası ticaret alanındaki anlaşmazlıklar konusunda, Biden yönetiminin sert bir duruş sergileyeceği tahmin ediliyor.
ORTA DOĞU’DA YENİ DENGE ARAYIŞI
ABD’nin bir tarafta Japonya, Hindistan ve Avustralya, diğer tarafta Vietnam, Endonezya ve Malezya gibi Güneydoğu Asya coğrafyasındaki ülkelerle Çin’in etrafını kuşatma stratejisi, Biden tarafından da devam ettirilecektir. Çin sadece siyasi ve askeri açıdan değil, ekonomik açıdan da ABD ekonomisine tehdit oluşturduğu görüşünü yeni yönetim de paylaşıyor.
Ülke içindeki sosyal kutuplaşma gerilimini azaltmak için Biden’ın da tıpkı Trump gibi yatırımları Çin’den çekip diğer Asya ülkelerine yayma ve ABD’ye taşıma hamlesine devam edeceği ve hatta bunu hızlandıracağını düşünüyorum. Trump’ın agresif üslubunun yerini Biden’ın daha diplomatik ve soğuk kanlı söylemleri geçse de, uygulama safhasında iki başkanın politikaları büyük ölçüde uyumlu olacaktır. Hindistan kökenli Başkan Yardımcısı Kamal Harris’in de bu diplomasiye aktif bir katkı sağlayacağı muhakkaktır.
Son iki Amerikan başkanının Amerikan dış politikasının temel yönelimini Pasifik’e yoğunlaştırma streatejisi konusunda uyumlu olduğu, yeni başkanın da bu konuda aynı yönelimi izleyeceği ortada. Bu doğrultuda ABD’nin Orta Doğu’daki askeri varlığını azaltması da kaçınılmaz olacaktır. Aralarındaki temel farklılık geride nasıl bir Orta Doğu bırakılacağı ile ilgilidir.
Obama güçlü bir İsrail ve İran arasında denge stratejisini ve Arap dünyasında siyasi reform hedefleyen bir dış politika anlayışını, Trump ise bölgede İsrail’e rakip bir gücün ortaya çıkmasına engel olmayı hedefleyen sağcı İsrail perspektifini benimsemiş, bütün Orta Doğu siyasetini İsrail ve Körfez Arap rejimlerine uyumlu hale getirmişti. Trump’ın adeta İsrail’in bir Dışişleri Bakanı gibi çalıştığını iddia etmek abartılı olmaz.
Bu doğrultuda, Washington İsrail ve Arap rejimleri arasındaki diplomatik anlaşmalara aracılık etti ve yine Kosova ile Sırbistan arasındaki anlaşmaya İsrail’le ilgili bir madde konuşmasını sağladı. Yine ABD 2018 yılında İran’la nükleer anlaşmadan çekildi ve İran’a ağır yaptırımlar uygulama kararı alındı.
Biden ise Obama’nın mirası olan bu anlaşma sürecini, İran’ın da işbirliği arzusuna bağlı olarak, yeniden canlandırmak istiyor. Biden’ın dış politika ekibinde geçmişte bu süreçte rol üstlenmiş isimler bulunuyor. Yeni başkana göre, Trump döneminde izlenen şahin politikalar İran’la gerilimi artırmaktan ve İran’ı bugün bir nükleer silah kapasitesine çok daha yakınlaştırmaktan başka bir işe yaramadı. ABD’de İran’la normalleşme politikasını destekleyen akademik ve entelektüel çevreler özellikle Obama döneminde etkili olmuştu. Bu konuda kitap ve yazılarıyla tanınan etkili isimlerden Trita Parsi’nin Biden’ın İran politikaları üzerinde etkili bir danışmanlık rolü üstleneceği tahmin ediliyor.
İran’ın aksine, ABD’nin İsrail ve Suudi Arabistan’la Trump döneminde olduğu kadar yakın ilişkilere sahip olması zor. Ancak Biden’ın Trump döneminde İsrail’e verilen Kudüs ve Golan tavizlerinin geri çevrilmesi ve diplomatik tanınma süreci konusundaki desteğin sona ermesini beklemek fazla gerçekçi olmayacaktır. Şurası muhakkak ki Biden, müesses nizamın içinden gelen ve İsrail’e dair geleneksel yaklaşım ve görüşlere sahip bir devlet adamı.
Dolayısıyla, ABD’nin İsrail’e baskı uygulama açısından elinde fazla bir koz kalmamış olsa da, Biden’ın Filistin-İsrail barış süreci konusunda iki devletli çözümü esas alan, geleneksel Amerikan dış politikasına dönüş yapması beklenebilir. Ancak tıpkı Obama döneminde olduğu gibi, yeni dönemde de ABD’nin Suudi Arabistan ve Körfez Arap rejimleriyle ilişkilerinde, İran nükleer anlaşması ve Yemen bağlamında düşük düzeyli gerginlik yaşanması şaşırtıcı olmaz. Bu durum Suudi Arabistan’ın Rusya ve Türkiye ile ilişkilerini yakınlaştırmasına yol açabilir.
Biden döneminde izlenmesi beklenen dış politika yöneliminin, bu yazıda özetlenen genel çerçevesini gözönüne alarak, yeni dönemin Türkiye açısından etkilerini ise müstakil bir yazıda analiz etmeye çalışacağım.