SEDAT PALUT-İSTANBUL
Cenk Çalışır son dönemin önemli polisiye yazarlarından. 2010’dan itibaren polisiye edebiyatına romanlarıyla katkıda bulunan yazarın yeni romanı ‘Beria’ bir mültecinin hikâyesi. Kızı Beria ile birlikte günümüz, Suriye’sinden kaçan Ayşe’nin hikâyesini sinemasal bir kurguyla anlatıyor, yazar. Cenk Çalışır bu mülteci hikâyesi anlatırken günümüzün önemli sorunlarından bazılarına da değinmeyi ihmal etmiyor: Çocuk işçiler, uyuşturucu ve kadın ticareti ve organ mafyası. Çalışır ile konuştuk...
‘Beria’ adlı romanınızın temelinde mülteci sorunu var. Bu hikâyeyi artık yazmalıyım, dediğiniz bir olay oldu mu?
Aslında tüm romanlarımda farklı bir duyguyu öne çıkarmaya çalıştım. ‘Beria’yı yazmazdan önce aktarmak istediğim olay bir trajedi, okura vermek istediğim duygu dramdı. Aklımda birkaç öykü dolanıyordu ama hiçbiri elime kalem alacak kadar heyecanlandırmıyordu. Tam da o günlerde Aylan Bebek sahildeydi. Zaten oldum olası muhtaç çocuklar ve hayvanlar, küçük bir dokunuşta kanayan derin yaralarımdır. Gördüğüm o andan sonra mülteciler konusundaki merceğimi büyüttüm diyebilirim.
Roman mültecilerin yaşadığı sorunlar dışında çocuk işçilerle uyuşturucu ve kadın ticareti yapan baronları da içeriyor. Hikâyenizdeki bu ticaret sadece ülkemizle de sınırlı değil. Bu konularla ilgili nasıl bir hazırlık yaptınız?
Değişen bir dünyada, iletişimin bu kadar güçlü olduğu bir dönemde neyi nerede arayacağınızı biliyorsanız bilgiye ulaşmak çok da zor değil. Basında çıkan haberleri, onlarla yapılan röportajları, bitirme tezlerini, kamuya açık raporları okudum. Bu konuyu ele alan filmler izledim. Romanda geçen Bosnalı porno işçisi çocuklar, Afrikalı göçmen kızların Avrupa sokaklarında fahişelik yapıyor olması hemen her günün gazete haberleri aslında. Bunların büyük organizasyonların uzantıları olduğu da bir gerçek. Sokaklarda gördüğümüz mendil satıcısı ya da dilenen çocuklar aysbergin su üstündeki kısmı. Kaybolan çocukları, yollarda hayatını kaybedenleri, kumaları, haber olamayanları zaten hiç bilmiyor, görmüyoruz.
Polisiye romanlardaki komiserlerin geçmişlerinde çok önemli sorunlar var ve yalnızlar. Romanınızdaki başkomiser Harun eşini ve çocuğunu kaybediyor. Polisiye romanlardaki bu ortak durum için ne söylersiniz?
Bir zamanlar polisler tüm dünyada Bondvari tiplerdi. Hayranlık uyandıracak kadar zekilerdi. Önceleri sinemada Kirli Harry ile başlayan bir yalnız adam tiplemesi edebiyatta da yayıldı. Alkol problemi olan, otoriteye boyun eğmeyen, eşiyle anlaşamayan ya da boşanmış polisler geldi. İyi bir eş ya da baba olamayan ama bunu deneyen karakterler ele alındı. Ulaşılamayan, olağanüstü yakışıklı ya da becerikli tipler yerini halktan, sıradan kahramanlara bıraktı. Bu süreçte çatışmaları daha derin işlemek adına belki de onlara ailevi sorunlar eklendi. Zayıf birinin büyük bir problemi çözmesindeki beceri, temadaki heyecanı körükledi. Konu olan romanımda ise Beria’nın bir dosya gibi ele alınmasını, sadece işini yapan bir polis olmasını istemedim. Beria ile özdeşleşecek, ona ulaşmayı hayatının amacı haline getirecek biri olmalıydı. Kendi açmazları, kırılma noktası olan biri. Suçu işliyor olsak da özünde anlatılan yine insan olduğundan, suçlu kadar onun peşindeki polisin de dünyasını açmak gerekiyor ve o adamda her şey yolunda ise bir hikayesi olmuyor. Ancak bu da romanın konusuyla ilgili ve yazarın tercihi elbet.
Başkomiser Harun karakteri Aişe’nin kızını bulma çabası içine girince yaşama yeniden tutunuyor. Günümüzde modern insanın yaşama tutunma çabaları genelde başkaları üzerinden oluyor. Modern insan kendine yetemiyor mu, ne dersiniz?
Kendine yetmek sadece modern insanın sorunu değil bana göre. Bu aklın sorunu. Modernlik, günün sundukları, gereklilikleriyle açıklanabilse de insan aklı ve kendini sorgulamasıyla neyin peşinde olduğunu bulabilir. Kendisini mutlu edecek olan şey bazen sanat, bazen seyahat, bazen iş, bazen bir başkası olabilir. Kaldı ki mutluluk da elde edilince sıradanlaşır ve bir başka özlem başlar diye düşünüyorum. Ama genel hatlarıyla sorudaki gibi bakacak olursak kendisini dinlemeyen, iç hesaplaşmasından uzak kalan bireylerin mutsuzluklarını gidermek için öncelikle yalnızlıktan kaçtıklarını söyleyebiliriz. Kalabalıkta kalmak, bir başkası tarafından sevilmek ihtiyacı doğuyor. Günümüz insanı yoğun çalışıyor ve kendisini işinin dışında ifade edebileceği çok az bilgi ve beceri geliştirebiliyor. Böyle olunca çoğunluk aşık olunca, çoluğa çocuğa karışınca hayatına anlam yüklüyor.
Edebiyat ne anlattığınız değil, nasıl anlattığınızdır
Polisiye romanların detaylı ve incelikli bir kurgusu vardır. Bir polisiye romanın yazarını en fazla yoran, onun zorladığı çalışma alanı neresi?
Polisiye sonuçta bir denklem işidir. Bu matematiği kurmadan yazmak bana göre pek olası değil. Yazmadan önce ne yazacağımı bilirim. Kısacık da olsa notlarımda giriş, gelişme ve sonuç vardır. Bu çatıyı kurduktan sonra yazmanın işçiliği başlar. Bir yazar olarak beni heyecanlandıran kısım kurduğum öyküyü kiminle yaşayacağımdır. Karaktere öyküyü yaşatırken, onun yaşadığı duyguları okura geçirebilmeyi amaçlarım. Burada nasıl bir anlatım dili kullanacağım önem kazanır. Okur, öykünün içine düşsün, gerçekte yaşadığı andan, gerçek gerçeklikten kopsun, yazının büyülü kapısından geçsin isterim. Kahramanın yanı başında olsun, özdeşleşsin, onunla gülsün, korksun, üzülsün isterim. Bunu yapabilirsem iyi bir eser ortaya koyduğumu düşünürüm ve içime siner. Edebiyatın kapısını aralayıp, yazının kurduğu hayali dünyanın içine okuru sokabilmektir işin zor kısmı. Bunu konuşma diliyle yapamayacağımdan, yazdığım gibi konuşamayacağımı, konuştuğum gibi yazamayacağımı düşünürüm. Yazının dilini kurmak ve okuru o dünyada tutmaktır bana göre bütün mesele. Edebiyat ne anlattığımız değil, nasıl anlattığımızdır. Bunun tersi bir durum, edebiyatın tanımına aykırıdır bana göre.
Polisiyede hareketlilik var ama yeterli değil
Son yıllarda edebiyatta polisiye türünde bir hareketlilik var. Çok sayıda kitap çıkıyor, dergiler de var. Bu süreci nasıl yorumluyorsunuz?
Çok derinlikli olmadığını söyleyebilirim. Polisiye okuyorum diyen çok kişi bile birkaç ismin dışında polisiye yazarı tanımıyor. Oysa yüze yakın polisiye yazarı var ülkede. Bir hareketlilik var evet ama yeterli değil bana göre. Tam da bu nedenle Türkiye Polisiye Yazarları Birliği kuruldu. Önce biz tanışalım, sonra kendimizi okura tanıtalım istedik. Polisiyeye katkı sağlayalım, bildiklerimizi aktaralım, bilmediklerimizi öğrenelim, birlikte ve yan yana duralım dedik.
Polisiye denildiğinde akla cinai romanlar geliyor oysa bununla sınırlı bir tür değil. Polisiye ile mizah yapmak, gerilim, korku, aksiyon işlemek mümkün. Kaldı ki son dönemde aksiyon ve gerilim türleri polisiye ile iç içe geçmiş durumda. Okur yelpazesi bu nedenle de genişledi biraz. Hareketliliğin bir diğer sebebi de dizilerde öne çıkan aksiyon olabilir. Ondan keyif alan izleyici, okumalarında polisiyeye yöneliyor. Dünyada çok satan romanların sinema uyarlamaları da çokça izlendi. Bunların bir yansıması olarak da edebiyatta karşılık bulmuş olabilir.