Dönemin ABD başkanı Ronald Reagan’ın 1987’de Bradenburg Kapısı’nda yaptığı meşhur konuşmadaki “Mr. Gorbaçov bu duvarı yıkın!” ifadesi, Soğuk Savaş’ın semboli olan Berlin Duvarı’nın Kasım 1989’da yıkılması ve Soğuk Savaşın bitmesine yol açtı. 1980’lerin sonu ve 90’lar dünyasının pek çok bölgesinde etkisini hissettirecek siyasi ve toplumsal değişimi de böylelikle başladı ve birçok ülke de bu değişimden nasibini aldı. Doğu Avrupa hızlı bir demokratikleşme dalgasına sahne oldu.
Polonya’da değişimin ayak sesleri daha önce duyulmaya başlanmıştı. Sonradan 1990-1995 yılları arasında Cumhurbaşkanı da olacak Lech Walesa’nın Dayanışma hareketi Polonya’nın özgürleşmesi için güçlü bir girişim olarak tarihe geçti. Cumhurbaşkanı olarak görev alan Lech Walesa ülkede örgütlenme özgürlüğü için sürdürdüğü kampanya ile 1983’te Nobel Barış Ödülü’nü almış ve Solidarnosc-Dayanışma ile 1980’lerde Polonya’da komünizmi bitiren hareketin liderliğini üstlenmişti. Polonya’da kömünizmin bitişinden sonra 1991’de ilk parlamenter demokratik seçim gerçekleşti. Macaristan ise komünizmden 1989’da kurtulmuştu. Hızla gelişen bu siyasi atmosferde Polonya ve Macaristan günümüze kadar bir çok değişikliği tecrübe etti.
DUDA VE ORBAN: PİS VE FİDESZ
Bu inişli çıkışlı tecrübe Polonya ve Macaristan’ın adım adım demokrasi çizgisinden uzaklaşmaya başladığını, ülke içinde gercekleşen protestolar ve uluslararası alanda iki ülkenin eleştirildiği hukukun üstünlüğü ve basın özgürlüğü başlıklarını yakından ilgilendiriyor. Polonya’da Hukuk ve Adalet (PiS) Partisi’nden Cumhurbaşkanı Andrzej Duda ve Macaristan’da Fidesz Partisi’nden Başbakan Victor Orban’ın yönetimleri ve uygulamalarının başta Avrupa Birliği olmak üzere demokratik dünyadan tepki ve önerilerle karşılaşması da bu sürecin kaçınılmaz bir sonucudur. Polonya ve Macaristan 1999’da NATO, 2004’te Avrupa Birliği üyesi oldu ve Polonya halen AB’nin en büyük sekizinci ekonomisidir. Aynı tarihte AB üyesi olan Polonya ve Macaristan’ın AB içerisinde gündemde kalmaları ve hukukun üstünlüğü ve basın özgürlüğü alanlarında aldıkları eleştiriler bir birini takip edip benzerlik göstermektedir. Macaristan’da Başbakan Victor Orban yönetiminde hukukun üstünlüğü son dönemde görünür bir şekilde zayıflamaktadır.
1972 doğumlu avukat Andrzej Duda Mayıs 2015’te sağ kanat muhafazakar partisi olan Hukuk ve Adalet’in (PiS) adayı olarak 2015’te seçimleri kazanmış ve görev başına gelmişti. 2020 seçimlerinde ise Duda, liberal muhafazakar Sivil Platform Parti’sinin (PO) adayı ve aynı zamanda Varşova Belediye Başkanı olan Rafal Trzaskowski’ye karşı yüzde 51 oy ile galibiyetini ilan ederek görevine devam etti. Macaristan hükümetine baktığımızda ise, önceki dönemlerde 1998 ve 2002 yılları arasında da Başbakan olarak görev yapmış olan Viktor Orban son 2018 seçimlerinde Fidesz Partisi’nin adayı olarak mecliste üçte iki çoğunluğu alarak ard arda üçüncü döneminde Başbakanlık görevine devam etmektedir. 1993’ten beri Başkanı olduğu Fidesz Partisi ideolojik olarak ulusal muhafazakar ve aşırı sağ kanatta yer almaktadır.
Fidesz Partisi’nin özellikle göç karşıtı söylemi dikkat çekmektedir. Brookings Institution’un raporuna göre “2015’ten beri Fidesz’in göç krizini kuşatan konuşmaya egemen olabilmesinin sebebi, partinin medyadaki hakimiyeti ve büyük çapta propaganda kampanyalarına dayanmaktadır… Nefrete sevk edici retoriği, komplo teorileri ve dezenformasyona dayanan kesintisiz kampayaları üzerinden Fidesz göçü gündeminin ilk sırasında tutmuştur”. İki ülkenin bu alandaki tutumundaki benzerlik dikkat çekmektedir. Polonya yönetimi de Macaristan gibi hem mülktecilere hem de mültecilerin AB içindeki dağıtım fikrine direnç göstermektedir.
Öyle ki çok kültürlülüğün bir yanılgı olduğunu düşünen Macaristan Başbakan’ı Victor Orban daha da ileri giderek bir açıklamasında bu insanları Müslüman mülteci olarak görmediklerini onları “Müslüman istilacı” olarak gördüklerini ifade ederek yönetiminin İslamofobi ve zenefobisini açık ve sert bir şekilde ortaya koymaktan çekinmiyor.
National Populism The Revolt Against Liberal Democracy kitabında Roger Eatwell ve Matthew Goodwin Fidesz ve PiS için “Açıkca sağ görüşten olan Macaristan’da Victor Orban’ın yönetimdeki Fidesz’i ya da Polonya’daki Hukuk ve Adalet partisi, yaygın liberallerin azınlık gruplarının haklarını genişletmeye ve çok kültürlülüğü teşvik etmek için takıntılı olduklarını, milletin dini değerlerini ve geleneksel aile hayatını tehdit ettiğini savunmaktalar” şeklinde yorumluyorlar. Bu bağlamda özellikle Polonya’da Duda LGBT haklarını muhafazakar kitlelere karşı bir tehdit sembolü olarak kullanıyor ve bunun “LGBT haklarının teşvik edilmesi komünizmden daha yıkıcı bir ideolojidir” yaklaşımıyla açıklıyor.
Polonya hükümetinin yargı sistemini değiştirecek uygulamaları ülke içinde ve uluslararası alanda eleştiri ve endişelere yol açıyor. 2017’te yargı reformunun gündeme gelmesiyle ülke çapında gerçekleşen protestolar sonucu Cumhurbaşkanı Duda reformu veto etmişti. Yargıdaki gidişat üzerine sadece AB değil Polonya’nın önde gelen siyasi figürleri de eleştiri getirmişti. Dayanışma hareketinin eski lideri ve eski Polonya Cumhurbaşkanı Lech Walesa itiraz eden isimlerden birisidir. 2018’de “Polonya’nın yargı sistemindeki geniş kapsamlı değişikliklerin getirdiği krizle ilgili derin endişesini” dile getiren Lech Walesa, Avrupa Adalet Divanı’nın yargıdaki büyük değişiklikleri incelemesini istemişti. Aynı şekilde, eski Polonya Başbakanı Donald Tusk, “İktidar partisinin hareketlerinin Avrupa’nın değerlerine ve standartlarına karşı geliyor ve bizim itibarımıza zarar veriyor… PiS’in teklif ettiği şekilde mahkemeleri iktidar partisinin kontrolü altına almak, Polonya demokrasisi hakkında zaten lekelenmiş olan kamuoyunu mahvedecektir” diyerek sert bir tavır koymuştu.
7. MADDEDE KESİŞEN YOLLAR
Hem Polonya’ya ve hem de Macaristan’a karşı olmak üzere AB’nin 7. maddeyi uygulamaya koymayı önermesiyle iki ülke ortak siyasal ve hukuki bir süreci tecrübe etti. 7. madde “nükleer seçenek” manasına da gelmekle birlikte 2017’de AB tarihinde ilk kez Avrupa Komisyon’u, “Neredeyse iki yıldır tekrarlanan çabalara rağmen, Polonya’da ciddi bir hukukun üstünlüğü ihlali riski olduğu” sebebiyle AB, Antlaşması’nın 7. maddesini yürülüğe koymayı önermişti. Brüksel, Polonya’nın yargı reformlarının AB’nin değerlerini riske atıp hukukun üstünlüğünü zedelediğini düşünüyor. 7. madde AB üye ülkelerini demokratik kurumları tehlikeye sokacak politikaları ilerletmesini caydırmak için tasarlandı ve maddenin uygulanabilmesi için üçte ikilik çoğunluk oyu gerekmektedir. Bu uygulama AB üyesi olarak Polonya’nın oy verme hakkını askıya alacaktı. AB Komisyonu Birinci Başkan Yardımcısı Frans Timmermans “Bugün Polonya’da yasal düzenlemelerin anayasaya uygunluğu artık garanti edilemez” şeklinde ifade etmişti. Bu gelişme üzerine Macaristan’nın veto edeceğini belirtmesi şaşkınlık uyandırmadı. Orban, Polonya’nın “adaletsizce ve haksız yere” eleştirildiğini ve “eğer biri Polonya’ya saldırırsa, onun Orta Avrupa’nın tümüne saldıracağını” söylemişti. Aynı şekilde, Macaristan Başbakan Yardımcısı Zsolt Semjen AB’nin tavrının “kabul edilemez olduğunu ülkenin bağımsızlığını ihlal ettiğini” ve Macaristan’ın veto hakkını kullanacağını belirtmişti. Aynı şekilde Polonya da Macaristan’ı AB yaptırımlarına karşı koruyacağını söyledi.
BASIN ÖZGÜRLÜĞÜNDE POLONYA VE MACARİSTAN
Freedom House’a göre Macaristan’da “2010’da üçte ikilik galibiyetiyle, Fidesz-KDNP Macaristan anayasasını sürekli olarak yeniden yazdı ve resmi olarak bağımsız olan kurumları yönetime sadık kişilerle doldurarak Anayasa Mahkemesi, Savcılık, Medya Otoritesi ve Devlet Teftiş Ofisi’nin kanuna uygun olarak içerdiği demokratik tedbirleri mevzuattan çıkardı… Bir tartışma ve müzakere için yer olan parlamentonun rolü 2019’da daha da küçültüldü”. Özellikle meclisin rolünün azalması Macaristan’ın demokrasiden uzaklaşması konusunda dikkate alınması gereken önemli bir unsurdur. “Rethinking “democratic backsliding” in Central and Eastern Europe - looking beyond Hungary and Poland” başlıklı makaleye göre “Macaristan ve Polonya örnekleri Doğu Orta Avrupa’da demokrasi seviyesinde en büyük ve en keskin düşüşü temsil ediyor ve bölgedeki demokratikleşmeye ilişkin önceki olumlu beklentilerle keskin bir şekilde çelişiyorlar”. Polonya ve Macaristan üzerine bahsedilen bu çelişme iki ülkenin AB içerisinde farklı bir konum ve grupta ele alınmasını açıklıyor.
Basın özgürlüğü Polonya ve Macaristan’da eleştirilen önemli alanlardan bir başkasıdır. Dünya genelinde iki ülke de Avrupa’ya kıyaslandığında basın özgürlüğü listesinin geri sıralarında yer almaktadır. Reporters Without Borders’ın dünya genelinde dünya basın özgürlüğü alanında hazırladığı Indeks’ine göre, basın özgürlüğünde Polonya 62. ve Macaristan 89. sırada ve iki ülke de 2019’a kıyasla listede gerileme gösteriyor. Macaristan da medyanın iktidar tarafından denetimi ileri boyutlara ulaştı ve devam etmekte olan bir süreçtir. Human Rights Watch’a göre “Macaristan’ın medya manzarası halihazırda büyük ölçüde Orban ve hükümeti tarafından kontrol ediliyor”.
Diğer taraftan Polonya’nın basın özgürlüğündeki durumu Macaristan’dan daha iç açıcı değil. RSD Avrupa sözcüsü Pauline Ades-Mevel “Polonya hükümetinin devlet ait medyayı propaganda aracına dönüştürdüğünü ve aynısını araştırmacı gazeteciler ve bağımsız medya ile yapmaya çalıştığını” söylüyor. Polonya iktidar partisinin liderlerinin komplo teorisine göre “Almanya son Cumhurbaşkanlığı seçimine karıştığı için” Polonya medyasının Polonyalı olması gerektiğini düşünüyorlar.
VARŞOVA-BUDAPEŞTE BLOKU
European Stability Initiative’in çalışmasına göre, “Polonya hükümetinin yargı organı üzerindeki saldırısı AB’nin yasal düzeni ve uzun vadede siyasal istikrarı için tehdit oluşturuyor”. Tam da bu noktada AB içerisindeki diyaloğun korunması, üye ülkeler arasındaki iletişimin siyasi ve diplomatik düzeyde verimliliği ve güçlü bir şekilde devamı için gereklidir. Avrupa Birliği’nin Polonya ve Macaristan konusunda ne yapacağı yeni bir soru olmamakla birlikte AB’nin yapabileceği uygulamaların da bir noktada sınırlı olduğu dikkat çekmektedir. Mevcut durumda Polonya ve Macaristan arasında anti-demokratik dayanışma bloğu oluşuyor ve Varşova ve Budapeşte hukukun üstünlüğü ve yargı alanında AB’den gelen eleştiri ve uygulama önerilerine karşı birbirlerini destekleyip koruyorlar. İki ülke de demokrasiden uzaklaşmaları sebebiyle AB ile anlaşmazlık içerisindedir. Bu durum adeta AB içinde ama AB’den ve savunduğu değerlerden uzak bir bölünmeyi gündemde tutmaktadır. Öyle ki 7.madde hususunda da görüldüğü gibi bir tarafta Polonya-Macaristan fikir birliği ve destek ağı bulunurken diğer tarafta Almanya ve Fransa’nın AB’nin kararını destekleyerek ayrı bir tarafta konumlanması AB içersindeki iki farklı kutuplaşmaya örnek oluşturmaktadır.
Polonya ve Macaristan’da artan sağ popülist hareket göz önüne alındığında AB’nin üye ülkeler arasındaki siyasal düzeni korumak için nasıl bir yol izleyeceği merak konusudur. Emmanuel Macron’un Mayıs 2017’de Fransa Cumhurbaşkanı olarak seçilmesi son yıllarda artış gösteren sağ kanat popülizme karşı Avrupa’da bir anlamda olumlu bir gelişme olarak gözlemlenmişti. Fakat Polonya ve Macaristan farklı pozisyonlarını ısrarla korumaktalar. Bir sonraki seçimlere kadar Duda ve Orban yönetimlerinin daha saga kayan politikaları uygulamaya devam edeceklerini tahmin etmek güç değildir. İki ülkenin hareketlerinin Varşova-Budapeşte-Brüksel ekseninde -özellikle hukukun üstünlüğü alanında- soruna sebep olmaya devam edeceği açıktır. Kasım 2020 ABD seçim sonuçlarının resmi olarak açıklanmamasına rağmen Demokrat Parti adayı Joe Biden önde gözükmektedir. Trump’sız bir senaryoda Polonya ve Macarstan’ın çizmiş olduğu profile önceki yönetime kıyasla Biden yönetiminin diplomaside mesafeli bir politika izleyeceği ayrıca hesaba katılmalıdır.