Yeni iletişim araçlarının yaygınlaşması, bilgiye kolay ulaşma imkânı, her şeyi anında öğrenme ihtimalinin artması, bilginin parmaklarımızın ucunda olması… Tüm bunlar, insanların cehaletini kökten bitirecek hamleler olarak gösteriliyordu. Bilgisayarlaşma ve sonrasındaki teknolojik gelişmeler, cahilliği sıfırlayacak ve insanlar her şeyi bilen, her şeyden anlayan, eşyanın hakikatine vâkıf bir hale dönüşeceklerdi. Ama böyle olmadı. Özellikle son yüzyılda teknoloji baş döndürücü bir hızda gelişti, bilgiye ulaşmak hiç olmadığı kadar kolay hale geldi, her şey hakkında bilgi sahibi olmak zahmetsiz bir çabaya dönüştü ama insanlar tüm bunlara karşın cahilliklerinden neredeyse hiçbir şey kaybetmedi. Aksine, cehalet form değiştirdi; övünülecek bir kıvama, gösteriş nesnesine, insanlar arasında pozitif anlamda fark unsuruna dönüştü.
Prof. Dr. Tayfun Atay’ın “Görünüyorum O Halde Varım” adlı kitabında vurguladığı gibi; insanlık, tarih boyunca gündelik yaşamını sürdürürken kültürel anlamda sırasıyla üç evreden geçti. Bu evreleri; sözlü kültür, yazılı kültür ve görsel kültür olarak sıralıyoruz... Tarihteki ilk insandan itibaren binlerce yıl boyunca insanlar duygu ve düşüncesini, coşkusunu, öfkesini, sevincini, hüznünü sözlü olarak paylaştı. Birbirleriyle sözlü kültür yoluyla anlaştı. Söze kıymet verdi. Sözü değerli bildi. Masallar, hikâyeler, şarkılar, ağıtlar, tekerlemeler, destanlar, efsaneler ve benzeri sözlü anlatım biçimleri, dünya üzerindeki tüm halkların vazgeçilmez parçası oldu. Sözlü kültür, tüm insanlığın ortak malı oldu. Ayrım gözetmeksizin milyarlarca insan, bin yıllar boyunca bu kültürden eşit oranda istifade etti. Afrika’daki halklar da, Asya’daki halklar da Avrupa’daki halklar da sözlü kültürün çocukları olarak var oldular ve yaşadılar. Her birinin sözlü kültürü, kendilerini idare etmek için yeterliydi. Hatta halklar arasında sözlü kültür anlamında bir ayrım, uçurum ve farklılık yok denecek kadar azdı. Konuşmaya, dinlemeye ve ezbere dayanan bu kültür, insanoğlunu tarih boyunca sesli bir eğitimden geçirdi. Onu yoğurdu. Sözlü kültürün mottosunu “konuşmadan duramamak” olarak isimlendirebiliriz.
***
Sonrasında alfabenin keşfi ve yazının ortaya çıkmasıyla insanoğlunun düşünce sistematiğinde köklü bir değişim gerçekleşti.
Ancak, yazının kitlelere mâl olması ve özellikle kitabın etkisinin daha derinden hissedilmesi, matbaanın 1450’li yıllarda, Avrupa’da bugünkü anlamıyla kullanıma başlanmasıyla gerçekleşti. Aslında matbaa yüzyıllar öncesinden Çin’de ortaya çıkmıştı ama efektif olarak kullanımı, Avrupalılara nasip oldu. İncil başta olmak üzere, daha öncesinde elle yazılan ne kadar eser varsa, matbaa yardımıyla hem daha çok basıldı hem daha ucuza imal edildi. Protestanlık mezhebinin yayılmasının, 1789 Fransız İhtilali’ne giden yolun açılmasının, kilisenin gücünün kırılmasının, velhasıl Avrupa’nın, daha genel bir ifadeyle Batı’nın dünyaya tahakküm kurmasının bir numaralı motivasyon kaynağı matbaa oldu. Böylece, sözlü kültürden yazılı kültüre geçiş Avrupa tarafından resmen ilan edilip hayata geçirilmiş oldu. Ancak, yazılı kültürü kendisinden önceki kültürden ayıran çok temel bir özelliği vardı: sözlü kültür, herkesin ortak malı olurken, yazılı kültür sadece, ona kıymet veren, değer atfeden, onun önemini benimseyen ve o istikamette adım atanların malı oldu. Sanayi devriminin gerçekleşmesi, teknoloji alanında büyük atılımların yaşanması, bilimde, sanatta, kültürde, eğitimde, sporda yeni yaklaşımların öne çıkması ve bunların tüm dünyaya pazarlanması, Batı’nın matbaaya gereken önemi vermesinin bir sonucu olarak gerçekleşti. Gutenberg’in ticari zekâsı, dünyanın kaderini Batı lehine değiştirdi. Kitaba o zamana kadar gereken önemi veren, kitabı hayatının merkezine yerleştiren Doğu ise matbaanın önemini yeterince kavrayamadı. Matbaayla birlikte ortaya çıkan yeni durumun farkına varamadı. El yazması kitap, baskı makinesine boyun eğmek zorunda kaldı. Günün sonunda, Batı’da aydınlık ortaya çıkarken, Doğu’da ise gecenin karanlığı çökmeye başladı. Bu yeni kültürün sembolünü okuryazarlık olarak alamayız. Yazılı kültür, okuryazarlığı da aşan bir hâlin adıdır. Yazılı kültürün mottosunu “okumadan duramamak” olarak isimlendirebiliriz.
***
1950’lere geldiğimizde ise özellikle televizyonun tüm dünyada hâkimiyetini hissettirmesi sonucu görsel kültür başlamış oldu. Sonrasında bilgisayar teknolojilerinde yaşanan baş döndürücü gelişmelerin de katkısıyla, internet ve sosyal medya çağına giriş yaptık. Ancak bu kültürü kendinden önceki iki kültürden ayıran çok önemli bir nüans vardı. O da, bu kültürün bir sahibinin olmasıydı. Görsel kültürün sahipliğini yapanlar, yazılı kültürü içselleştirenler oldu. Sözlü kültürden yazılı kültüre geçiş yapamayanlar, görsel kültüre, ışığa üşüşen kelebekler gibi tav olmaktan kurtulamadılar. Matbaa sayesinde yazılı kültürü içselleştiren, ona gereken değeri veren Batı, bilimdeki ve teknolojideki gelişmeler sayesinde görsel kültürün hamisi, yönlendiricisi hatta tek hâkimi oldu. Bizim gibi, matbaaya, yazıya, kitaba, okumaya gereken değeri vermeyen halklarsa, görsel kültüre resmen âşık oldular. Görsel kültürün mottosu da tahmin edebileceğiniz gibi “seyretmeden duramamak” oldu.
Görsel kültür, tüm dünya halklarını derinden sarstı. Çünkü seyretmenin cazibesi ve kolaylığı hepimizi esir aldı. Cep telefonlarının yaygınlaşmasıyla bu esaret, gönüllü birlikteliğin ötesine geçti. Yazılı kültürü içselleştirenler açısından bu görsel hengâmeye direnmek biraz daha gerçekçi olurken, yazılı kültürü tam anlamıyla içselleştiremeyenler ise sözlü kültürden görsel kültüre terfi edip rahat ettiklerini sandılar. Ama edilgen bir davranış sergilediklerinin ve sadece kullanıcı/ tüketici pozisyonunda olduklarının farkına varamadılar. Batı, şu anda görsel kültürün hem üreticisi hem de sahibi olarak, tüm dünyada bu kültür üzerinde tek söz sahibi.
***
İşin ilginci, görsel kültürün bu dominant varlığı neticesinde, yazılı kültürün önemi de sözlü kültürün değeri de tüm dünyada hızla eriyor. Barry Sanders, Neil Postman, Nabi Avcı gibi düşünürler, bu gerçeği erken fark eden ve bunun olası sonuçlarını daha 90’lardan itibaren anlatmaya çalışan isimler olarak dikkati çekiyorlar. “Bir şeylerden haberdar olmakla, bir şeyleri bilmenin aynı şey olmadığını kolaylıkla anlayabiliriz” diyen Nabi Avcı’nın “Enformatik Cehalet” olarak kavramsallaştırdığı durumun şimdilerde içinde yüzüyoruz. Boğazımıza kadar enformasyona batmış vaziyetteyiz ama cehalet de yakamızı bırakmıyor. Amerikalı düşünür Barry Sanders ise “Öküzün A’sı” isimli kitabında, hem sözlü hem de yazılı dili (kültürü) elinden alınmış kuşaklar olarak bizlerden bahsederken “post-cehalet” gibi yeni bir kavrama ihtiyacımız var diyor. Zira yaşananlar, klasik anlamdaki cehalet kavramıyla geçiştirilecek bir hâli aşmış durumda. Bir başka Amerikalı düşünür Neil Postman ise “Televizyon Öldüren Eğlence” adlı eserinde “cehalet daima düzeltilebilir bir durumdur. Ancak cehaleti bilgi olarak kabul ettiğimiz zaman ne yapabiliriz?” sorununun cevabını arıyor. Bir anlamda cehaletin günümüzde artık övünülecek bir değer taşıdığına vurgu yapıyor. Tayfun Atay’ın durum tespiti de can sıkacak cinsten. Atay’a göre; “artık düşünmekten çok seyretmek, bilmekten çok görünmek, kafaya değil göze hitap etmek, meslek sahibi olmaktan çok şöhret sahibi olmak, çalışmaktan çok, kolay para kazanmak, emekten çok eğlenmek, toplumsal tercih olarak rağbet görüyor…”
***
İnternet öncesi analog kültürde cahilliğimizin farkındaydık. Okumadığımızı ve bu yüzden de eksik olduğumuzu biliyorduk. En azından bunun ezikliğini, utancını”, pişmanlığını yaşıyorduk. Ama Dijital kültürde bu özelliğimiz dumura uğradı. Evet, yine okumuyoruz. Ama “okumamızı gerektirecek bir durum da yok zaten” bahanesine sığınıyoruz. Post cehalet döneminin sloganları:
Kitaplar demode, dergiler nostaljik, uzun yazılar sıkıcı... Bak geç, seyret yeter, tıkla öğren…
Matbaanın bu topraklara 300 yıl geç gelmesinin vebalini sözlü kültürün evlatları olan dedelerimizin omuzlarına yükledik ama bizler de sözlü kültürü tam anlamıyla beceremeden, yazılı kültürde derinleşemeden, görsel kültüre tüm benliğimizle teslim olduk.
Yapılan araştırmalara göre; günde ortalama 7 saat 29 dakikamız internette geçiyor. Bunun 2 saat 55 dakikasını sosyal medya tüketiyor. Sosyal medya platformlarının aktif kullanıcı sayısında tüm dünya ülkeleri arasında ilk 10’dayız. Görsel kültürün iştahlı kullanıcıları olarak daima üst sıralardayız. Seyretmeye bayılıyoruz, izlemekten çok büyük keyif alıyoruz. Tüm dünyayı küçücük bir ekrana sığdırmış vaziyetteyiz. Kafa yormaktan ölümüne kaçınıyor, kafa dağıtmak için her fırsatı değerlendiriyoruz. Bu kitlesel anlamdaki öldüren eğlence anlayışı, cehaletimizi derinleştirmekten başka bir işe yaramıyor.
İletişim profesörü Edibe Sözen’in “Medyalar, insanların bilinçli davranmalarını istemez. Medyalar içinde bilinçli davranmayı isteyen araç sadece kitap ve sinemadır” tespiti, görsel kültüre koşulsuz teslimiyetten çıkış yolunu gösteriyor. “Kitapla” yeniden tanışmalı, bakışımızı görsel kültür nesnelerinden çekip, yazılı kültür eserlerine yoğunlaştırmalıyız. Post cehalet batağından kurtulmak için, “okumadan duramayan” kişiler olmak dışında bir çözüm göremiyorum.