Türkiye, son dönemde belki ilk kez kitlesel boyutta bu kadar büyük bir ilgiyle Amerikan seçimlerini yakından takip ediyor. Bu dönemde Amerikan seçimlerini oldukça yakından takip etmemizin bence en önemli sebebi; her ne kadar iç dinamikler farklı bağlamlardan gelişse de yaşadığımız otoriter popülist hikâyenin benzerliği olmalı diye düşünüyorum.
Tüm dünyada özellikle belirli bölgelerde popülizmin yükselişi, güvenlikçi ulusal agresif içe kapanma, kültürel ve iktisadi olarak küreselleşmeye görece bir mesafe koyma gayreti, otoriter liderlerin halkın desteğiyle elitlere ve ülkenin yerleşik kurumsal hegemonyasına karşı mücadelesi dikkat çekiyor.
Bütün bunların birçok ülkede aynı dönemde ortaya çıkması şüphesiz ki tesadüf olamaz. Son yıllarda neoliberalizmin yarattığı gelir adaletsizliğinin yükselişi, küresel özgürlük ve demokrasi dalgasının mikro kolektif aidiyetlere açtığı alanın ülkenin yerleşik kültürel kolonlarını tahrip eden tarafları, ülkelerin kurumsal hegemonyasının halk için artık görünür ve kabullenilemez hale gelişi gibi sebepler bu popülist dalgayı dünyada aynı anda uykudan uyandıran temel etkenler olarak görünüyor.
Amerikan seçimleri ve Trump da bu sınırlarını tanımlamaya gayret ettiğimiz alana giren en önemli örneklerden oluyor. Hatta son zamanlarda bu otoriter liderler, popülist olmanın ötesinde popülizmi yerel özelliklerle başka başka taraflara sürüklediklerinden ve kendine özgü dinamikleri sebebiyle “izm” ile birlikte anılıyor; Trumpizm, Putinizm, Erdoğanizm, Orbanizm gibi…
***
Trumpizm’in de kendine özgü bir popülist tarzı ve karakteri var. Narsisist ve megaloman kişiliğiyle öne çıkan tavırları, ülkeyi keyfi biçimde otoriterlikle yönetme arzusu, nepotist biçimde aile şirketiyle her yeri kontrol altına alma ve tahakküm kurma çabası; yargıya, medyaya, yerleşik kurumlara açtığı örtülü savaş, halk desteğiyle elitlere ve kurumsal hegemonyaya karşı pozisyon alışı onun yarattığı popülizmin temel karakteri olarak gözüküyor. Bütün bu kurumları önce tahrip ederek, bozarak, dağıtarak ortaya çıkan kaosla beraber; belirli kaleleri düşürdükten sonra yeniden kendi lehine kurma arzusuyla işaretlerini verdiği bu otoriter popülizmi kalıcı bir rejim haline getirme çabasını gözlemliyoruz.
Amerikan kurumsal hegemonyasının elbette bir karakteri var; bu hegemonyayı reforme etme, onunla uzlaşık bir alan açmaktan ziyade kurumsal hegemonyaya karşı savaşı politik anlamda barbar bir iklime taşıyan Trump; kurumları yıkarak, kutuplaştırarak, üstün beyaz ırkı, sosyal ve iktisadi izolasyonu, göçmen karşıtlığını ve Evanjelizm’i siyasetin temellerine koyarak, Tanrı’nın görkemli Amerika’sını yeniden yaratma hayalini pazarlayışıyla halkı bu ütopyaya kolayca inandırabilmişti. Seçimle birlikte bu sosyal-siyasal iklimin pozisyonunu kaybedeceği bir döneme giriyoruz.
Amerika kurumları, medyası ve yargısıyla, halkın yarısından fazlasının popülizme kolayca teslim olmayan karakteriyle Trumpizm’i şimdilik durdurdu. Halk, Amerikan kurumsal hegemonyasını yani müesses nizamı da böylelikle dolaylı olarak korumayı tercih etti. Otoriter popülizm ve demokratik hegemonya arasındaki gerilimle girilen seçim sürecinden kurumsal hegemonya büyük bir tehlike atlatarak galip geldi.
***
Amerika’nın son dönemde yaşadığı tüm bu süreç, bizim hikâyemizle de oldukça büyük bir benzerlik ve elbette sonuçları itibarıyla farklılıklar da taşıyor. Türkiye’de Kemalist kurumsal hegemonyaya yani “vesayet” rejimine karşı, millet adına temsil iddiasıyla ortaya çıkan bugünün muktedirlerinin otoriter popülist karakteriyle yürüttüğü savaşın hikâyenin en büyük benzerliği olduğunu düşünüyorum. Farklılaşan durak ise Türkiye’nin bu mücadelede kurumsal hegemonyanın yani “müesses nizam”ın popülizme karşı siyasal ve kurumsal anlamda mücadeleyi ağır bir devlet krizi doğacak şekilde kaybetmiş olmasıdır.
Bugün biz, kurumsal hegemonyanın demokrasi, hukuk, ekonomi, medya ve kurumlarda ürettiği “kamusal fayda”nın; milletin vasat geleneksel ve dini değerleriyle çatışmasının yarattığı “normatif gerilim”den daha büyük bir mesele olduğunu anlasak da iş işten geçti. Bizim hikâyemizin farkı burada yatıyor; bizde kurumsal hegemonyanın sürecin sonunda şiddetli bir çöküşü olurken; orada kurumsal hegemonyanın halk ile uzlaşarak devam etmesi süreci izleniyor.
Amerikan halkının kurumsal hegemonya ile yaşadığı gerilimin daha yapısal sorunlara dair ve uzlaşı tarafları yüksek bir gerilim olduğunu söylemek mümkün, zira Amerikan kurumsal hegemonyasının halk ile yaşadığı gerilim kadar demokrasi, hukuk, özgürlük ve refah uzlaşısı da var. Bu gerilim daha çok tarihi süreç boyunca iç yapısal sorunların yasa egemenliği uzlaşısıyla tüm eyaletlerde mutabakata vardığı bir nitelik taşıyor. Türkiye’de ise halk ile kurumsal hegemonya arasındaki gerilimin sembolik kültürel ve geleneksel kodlara dayanan bir çatışma karakteri vardı.
Bu gerilim daha çok bir dış dünya krizinden yani “modernleşme” sancılarından türemişti. Yani bir kültür ve medeniyet krizinin izlerini de beraberinde taşıyan, sembolik kodlara hapsolmuş sosyal, siyasal, dini, kültürel kimlikleri kapsayan ve hayatın her alanına taşan “modernleşme krizi”nin yarattığı hayatın tüm kılcallarında dolaşan çatışmacı karakterde bir şiddete dayanıyordu.
***
Bir başka ayraç ise Amerikan hegemonyasının gerek hukuki gerek iktisadi kurumlarıyla daha demokratik ve evrensel bir katma değerinden bahsedebiliyorken; Kemalist hegemonyanın bu katma değeri bir mecburiyet halinde daha ulusal anlamda üretme ve koruma çabasını gözlemliyoruz. Millete rağmen yürüttüğü modernleşme sürecini emniyet altına almak adına büründüğü otoriter karakteri ve milletin vasat değerleriyle yaşadığı aleni sembolik gerilim de bu sürecin en önemli farklılığı olduğunu söyleyebilirim.
Bugüne geldiğimizde, yaşanan ağır ve travmatik bu süreci sağlıklı bir biçimde yürütebilseydik eğer, kurumsal hegemonyayı ve sistemi siyasal iklimle beraber reformize etme fırsatı bulabilir ve halk adına hegemonya ile uzlaşan bir alan açabilirdik; oysa kurumsal hegemonya ilga edildiğinden bugün böyle bir şansımız yok. Kurumsal hegemonyanın çöküşü bizde sadece bir zihniyeti tarihe gömmekle kalmadı, kurumların maddi yapısını da gelenekten tevarüs eden tecrübeyi de darmadağın etti. Sürecin bizde en acı yanının bu olduğunu düşünüyorum.
Halk ile hegemonyanın uzlaşısı, hem kurumsal işleyişin, demokrasinin, hukuk devletinin asgari gereklerini evrensel anlamda sürdürebilme fırsatı yaratabilir hem de halkın hegemonyaya ortak olduğu ve onu biçimlendirdiği, dönüştürdüğü ve ıslah ettiği daha sağlıklı bir süreci yaratabilirdi. Oysa bizde süreç başka türlü işledi ve bu fırsatlar doğru yönetilemedi.
Elbette bizim için tüm imkânlar tükenmiş değil ve kurumsal hegemonyanın çöküşü her şeyin bitişi anlamına gelmiyor; sadece gelenekten devraldığımız kurumsal tecrübeyi yeniden inşa etmek adına işimizin daha da zorlaştığını ve hukuk devletini bütüncül bir şekilde yeniden kurmak gerektiğini gösteriyor.
Bugün muhalefetin güçlendirilmiş parlamenter sistem çağrıları; ekonomik krizin popülist politikalarla ve post truth algı ile yalın bir biçimde baş başa kalışı, muhalefetin yeniden bir kurumsal gelenek inşa etmesi adına fırsat doğurabilir. Üstelik bu fırsat iyi kullanılırsa; muhalefetin toplumsal mutabakat arayışındaki alanın geniş ve kapsayıcı bir nitelik kazanmasına bağlı olarak zor ve fakat kalıcı özellikler barındıran bir süreci de başlatabilir.
***
Amerika içinse süreç daha sağlıklı biçimde işleyebilir zira onlar şimdilik tehlikeyi yolun başında savuşturdular ve kurumsal anlamda ciddi bir tahribat yaşamadılar. Sandıktan çıkan sonuçla halk ile elitler ya da millet ile hegemonya arasındaki gerilimden türeyen popülizmin önünü erkenden alan, tehlikeyi durduran ve bu anlamda dünya otoriter popülist rejimlerine de örnek bir mücadele sergileyen Amerikan halkı; dünya için demokrasi, halk ve kurumsal hegemonya uzlaşısına iyi bir örnek olabilir.
Eğer bu fırsat orada formel bir kazanıma dönüşebilirse, bu tecrübe hem demokratlara hem cumhuriyetçilere hegemonyaya daha fazla ortak olma ve onu dönüştürebilme hem de kurumsal demokrasi ve hukuk devleti tecrübesini de herkes için fayda üreterek geleceğe taşıyabilme imkânını da taşıyor.