Pierre Beregovoy Fransa’nın saygın sosyalist siyasetçilerindendi. 1984-1991 arası iki ayrı fasılda Maliye Bakanlığı, 1992-1993 arası ise başbakanlık yapmıştı. 1993 yılında siyasi bir trajedinin başaktörü olacaktı. Beregovoy, 1986’da Maliye Bakanı olduğu sırada, aile dostu da olan sanayici Patrice Pelat’dan, 1995 yılında kapatmak üzere faizsiz 1 milyon frank borç alır. 1989’da Pelat ölür. Beregovoy, Pelat’ın mirasçılarına olan borcunu nakdi, ayni (kıymetli tablo, vs) yollarla kapatır. Ne var ki, siyasetçinin başbakan olduğu sırada, 1993 Şubat ayında iş basına yansır. Hızla, ikili arasındaki ilişkinin borç alış verişinin ötesine taştığı anlaşılır. Sanayicinin Beregovoy ailesinin tatil masraflarını karşıladığı, kızına eğitimi için maddi destek verdiği de ortaya çıkar. Bunun üzerine başbakan 29 Mart günü istifa edecek, 1 Mayıs günü ise çiftliğinde av tüfeğiyle kendisini vuracaktır..
Yolsuzluk ve rüşvet insanlık tarihinin bilenen en eski siyasi güç virüsü ve yüz kızartıcı eylemidir. Bedeli her anlamda ağırdır. Ahlak ve adalet mekanizmasını hedef alan bu virüs toplumsal, siyasal her düzende ağır hasarlara yol açar. Bugün de yolsuzluk dünyanın pek çok ülkesinde ekonomik gelişmenin ve demokrasinin önündeki en ciddi engellerden, hukuk devleti için en büyük tehlikelerden birisi olarak kabul ediliyor. Ekonominin sağlıklı çalışmasına, kamu kaynaklarının sağlıklı yönetilmesine, kimi ülkelerde demokrasiye ve demokratik kurumlara olan inancın yitirilmesine yol açıyor. Ve yaygınlığı çok geniş. Bir BM çalışması dünya sathında yolsuzlukların gayri safi milli hasılaların yüzde 5’ini oluşturduğunu söylüyor.*
Yolsuzlukla mücadele tüm tarih boyunca, her coğrafyada adalet ve hakkaniyet arayışlarının hassas noktasını oluşturmuştur. İsveç’in, daha 1766 yılında, her vatandaşın her tür kamu belgesine erişim hakkı olduğu söyleyen, “şeffaflık ilkesini” kabulü bunun bir örneğidir.
Aynı çağda Koçi Bey’in, Defterdar Sarı Mehmet Paşa’nın padişahlara rüşvetin tahribatı konusundaki telkinleri malumdur. Kamuoyu vicdanı ve tepkisi de bu hassasiyetin parçasıdır. Daha bu yıl şubat ayında Romanya’da, hükümet yolsuzluğa karışmış siyasetçilerinin aklanmasına imkan verecek bir kararname çıkarmaya kalktığı zaman, 500 bin kişi sokağa döküldü. Yine bu yıl Fransa’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde merkez sağın favori adayı Başbakan Fillon, 8 yıl boyunca milletvekili danışmanı için tahsis edilen maaşı, karısını işe alarak, ona aktardığı (toplam 500 bin avro) ortaya çıkınca, ilk turda ilk iki aday arasına bile giremedi.
Suiistimal ve yolsuzluk güdüsü ve mekanizması o denli güçlüdür ki, kendisine en güvenli, en mağrur hukuk devleti düzenlerini bile sıkça deler geçer. 2009’da İngiltere’de şişirilmiş harcama faturalarının ortaya çıkması üzerine, bu ülke, bir düzenlemeyle seçilmişlerin maaşlarını ve harcamalarını internetten üzerinden kamuoyuna açmaya karar verdi. Ne var ki, kısa bir süre sonra Panama Belgeleri skandalı çerçevesinde İngilizler başbakanları Blaire’in Panama’da offshore bir hesabı olduğunu öğreneceklerdi. Panama belgeleri hem vergi kaçakçılığı ve para aklama işi yapan 214 bin offshore şirketinin varlığını, hem kimi kritik bazı hesapları açığa çıkarmıştı. Offshore hesabı olanlar arasında Suudi Arabistan, Arjantin, Birleşik Arap Emirlikleri, Ukrayna devlet ya da hükümet başkanları vardı. Çin, Brezilya, Hindistan, Meksika, Güney Afrika, Fransa gibi 40 ayrı ülkenin siyasi yetkilerinin yakınlarının bu bağlantılar içinde olduğu anlaşıldı.
Avrupa Birliği zaman zaman yolsuzlukla mücadeleyle ilgili tespit ve öneri raporları yayınlar. 2014 tarihli son raporu, sistematik yolsuzlukların Avrupa’nın önündeki en önemli meselesi olduğunu teslim ediyor. Nitekim rapora göre yolsuzlukların Avrupa’ya ekonomik maliyeti yıllık 120 milyar dolar. 2014 yılına ait bu rakam AB’nin 2014 bütçesine yakın. Raporun yer verdiği ilginç bilgilerden birisi de, bu konuda çeşitli ülkelerde yapılan anketler. 2013 tarihi itibarıyla Avrupalıların yüzde 76’sı ülkelerinde yolsuzlukların arttığını söylüyor. Hollanda, Almanya, Belçika’da halkın yarısından fazlası, Polonya’da yüzde 82’si, Macaristan’da yüzde 89'u bu kanaatte.
TESEV, düzenli olarak “Yolsuzluk Algısı” araştırması yapar. 2014 tarihli çalışmada, kamuoyu algısında “önem sırasına göre sorunlar” listesinde “yolsuzluk”, yüzde 44 ile ikinci temel sorundu. Bu oranın, 17-25 Aralık ortamıyla, o dönemde yolsuzluk iddialarıyla yakından ilgisi olduğuna hiç şüphe yok. Nitekim rüzgâr geçince, TESEV’in 2016 tarihli araştırmasında, bu oran yüzde 21’e, önem sırası ise 5’e düşmüş durumda. Ancak yanlış bir hükme vardırmasın bu sonuçlar. Bu rakamlar bile kamuoyunun beşte birinin yolsuzlukları ülkenin en önemli sorunu olarak görmeye devam ettiğini gösteriyor. Dahası, 2016 araştırmasında, “kim yolsuzluk yapar” sıralamasında 1’inci sırayı yüzde 52’yle belediyeler, 3’üncü sırayı yüzde 45 ile hükümet alıyor. Meslek grupları itibarıyla bakıldığında siyasetçiler (parlamenterler) yüzde 61 ile açık ara önde.
Algılar karşılıksız olmaz. Nitekim Türkiye, DP’den AP’ye, CHP’den ANAP ve DYP’ye ve en nihayet AK Parti’ye her dönem türlü yolsuzluk iddialarıyla sistematik olarak sarsılır. Ne var ki, Son 30 yılda, 1980’den bu yana Yüce Divan’da sadece iki siyasi mahkum olmuştur. Birisi ANAP bakanlarından İsmail Özdağlar, ikincisi Cumhur Ersümer’dir. Türkiye’nin 1991-2002 yılları arası tam bir yolsuzlar ve suiistimaller, banka vurgunları, siyasetçi-iş dünyası karanlık ilişkilerin zirve noktasına olmasına rağmen. Bu konuda üzerimizdeki kalın kayıtsızlık tabakası daha kalınlaşmış durumda.
Her yolsuzluk iddiası ya siyasi kutuplaşmalar tarafından boğuluyor, ya siyasi kutuplaşmalara neden oluyor altında kalıyor, ya da siyasi kavgalar için sahaya sürülüyor. Belki daha vahimi, sonunda “yen kırılır kol içinde kalır” usülü cezalandırılıyor. Bu üstü örtülü, kapalı cezalandırılma biçimleri kayıtsızlık tabakasını daha da kalınlaştırıyor.
17-25 Aralık ve onu takip eden dinleme skandalları bunun açık örneğiydi. Biriktirdikleri kimi dosyalarla, yolsuzluk ve keyfiliklere işaret eden bir kısmı gayri meşru, bir kısmı sahte, ancak bir kısmı gerçek (en azından Zarrab davası bunu gösteriyor) bilgilerle Gülenciler darbeye soyunmuşlardı. Bu, Türk siyasal sisteminin karşılaştığı en vahim ve kritik durumlardan birisiydi. Öncelik vermek kaçınılmazdı. Öyle de yapıldı. Ne var ki, kullanılma biçimleri dışında yolsuzluk iddialarının içerikleri havada, ama akıllarda kaldı.
Dört bakan Meclis’te partizan bir oylama sonucunda çoğunluğunun desteğiyle aklandı. Ne var ki, bu dört bakan, doğrudan başbakan tarafından takdirle yaptırıma uğradı. Bakanlıktan ve partilerinden sessizce uzaklaştırıldılar. İsimleri anılmamaya başladı. Son dönemde görevlerinden alınan belediye başkanlarının kimileriyle ilgili de sadece başarısızlık değil, yolsuzluk iddiaları dolaştı. Burada da aynı mekanizma devreye girdi. Hukuki yaptırıma değil, siyasi yaptırıma tabi oldular. Şeffaflık ve hukuk devleti ilkeleri açısından kabul edilemez bu durumun patrimonial bir devlet uygulamasını andırdığı açıktır.
Man adası tartışması başka bir örnek. Bu meselede ne olduğu tam anlaşılmadan, siyasi kavga ve kutuplaşmaya tabi olarak, meydan okuyucu lider açıklamaları, televizyonlarda gladyatör savaşlarıyla raflarda yerini aldı.
Koçi Bey, IV. Murad’a sunduğu devlet yönetimindeki bozukluklar ile alınması gereken tedbirler hakkındaki risalesinde şöyle der: “... rüşvet herhangi bir devlette meydana çıkar aşikar olursa o devlet harap olup yıkılır ve talihi tersine döner (...) “İmdi, dünyayı yaratan şanı yüce Cenab-ı Hakk’ın emri üzere şeriat ve hükümet mansıplarının, siyaset ve kılıç mansıplarının ehline verilmesi vacip ve en ehemmiyetlidir. Ve bu ilahi emrin gereği gibi yerine getirilmemesine sebep, rüşvettir. O kapı açılalı, mansıp erbabı arasında azl ve tayin, değiştirme çokluğu hadden aşırı olup, büyükler alçalıp, alçaklar mevki sahibi oldu. Dünyanın hali perişan oldu. Hakimler ve valiler arasında bu çeşit çok değiştirme, mecburen zulüm yapmalarına sebep olup, bu yüzden İslam ülkeleri viran, reaya ve beraya perişan oldu…”
Siyasi kavgalar, endişeler bir yana, bilmek gerekir ki, şeffaflık ve hesap verebilirlik adil düzenin ve hukuk devletinin temelidir. Aksi halde bu deve bu yükü kaldırmaz.
(*Transparency International, Clean Business is Good Business 2009)