Pir Sultan’ım gonca gül olur
Dört kapıdan sana daim gel olur
Dünya’dan ahrete doğru yol olur
Verdiğin ikrarda durabilirsen”
Pir Sultan Abdal
Hemen hemen tüm tarikatlarda görülen “Şeriat, tarikat, hakikat ve ma’rifet” şeklinde tasnif edilen meşhur terkiptir ve Aleviliğin de temel düsturları arasında yer alır. Bu terkip ilk kez Hoca Ahmet Yesevi’ye (ö.567/1167) nispet edilen “Fakr-nâme” adlı eserde geçer. Yesevi, bu anlayışı Hz. Ali’ye dayandırır: “Hz. Ali’den (r.a.) rivâyettir, dervişlik makâmı kırktır. Eğer bilip amel kılsa, dervişliği pâk olur ve eğer bilmese ve öğrenmese, dervişlik makâmı ona harâmdır ve câhildir. Bu kırk makâmın on makâm-ı şerîatte ve on makâm-ı tarîkatde ve on makâm-ı ma’rifetdedir ve on makâm-ı hakîkatdedir.” Alevilikteki bu anlayışın izlerini Hacı Bektaş Veli’nin Makalatı’nda, Yunus Emre, Kaygusuz Abdal, Aleviliğin temel metinleri kabul ettiğimiz “Buyruk”lar ve çeşitli dönemlerde yaşayan Alevi şairlerinin nefeslerinde açıkça görürüz.
“Dört kapısı vardır kırk da dükkânı
Üç yüz altmışaltı gevher madeni
On yedi kişidir alıp satanı
Cümlesinin sarrafıdır birisi”
Pir Sultan Abdal
Gölpınarlı dört kapıyı şöyle açıklar: “Sûfîlerce Şeriat; Tanrı emirlerinin, inançlarının tümüdür; bunların içyüzü, Hakıykattır. Tanrı hükümlerinin dış yüzünden, iç yüzüne gidiş yoluna Tarikat denir. Şeriat, tam tenzîhe dayanır, Tanrı’yla yaratılanları tamâmiyle ayrı bilmektir. Hakıykatteyse bütün varlıklar izâfi ve nisbîdir; varlık O’nundur; başka varlıklar, ancak onun mazharıdır; her şey, onun ilmindeki Sûretlerin, O’nun hikmet, kudret, sanat ve sıfatlarının mezâhiridir; her olayda onun hikmeti vardır. Hakıykate erişen, âdetâ kendisini kaybetmiştir; irâdesi elinde değildir. Hakıykate varan, cezbe âlemindedir; ulaşmıştır; fakat kemâl, geriye dönmekle olur. Tekrar geri dönünce her mazhardan, o mazharın istîdâdına göre hikmetini, kudretini gösterenin Tanrı olduğunu, fakat bu âlemin, Tanrı sıfatlarındaki Rahman-Kahhar (acıyan-kahreden). Muhyi-Mümît (dirilten-öldüren) gibi zıtların meydana getirdiği bir vahdet ve nizâm âlemi olduğunu anlar; her mazhara karşı muamelesi, o mazharın istidâdına göre olur; sınırı aşmaz; coşup taşmaz; şeriattan ayrılmaz; sorumluluğu yerinde bulur. Halkta Hak kudret ve hikmetini görür ki bu da ma’rifettir, Sûfîler, bu dört durağa “Dört Kapı” da derler”
Pir eşiği Kâbe, Muhammet mihrap,
Özün turap eyle dört kapını yap.
Şu dünya fanidir hem hane harap,
Güvenme faniye bahara yaza.”
Pir Sultan Abdal
Bisati Buyruğu: “Ve bir kavilde şeriat bir ağaçtır. Tarikat onun dalıdır. Marifet yaprağıdır. Hakikat onun yemişidir. Yani bunlardan murat olunan budur ki bu ahvalleri içinde kaim ve kail olup bilişip, arifler katında hora geçmek [:hoşa gitmek] gerekir. Tâ ki Muhammed Ali dergâhında dahi makbul ola. Yoksa her hâle sabretmeyip, sır saklamayıp ve nefsi haklamayıp, daima fuzulluk [:kibir] ola. O vakit de Yezid ondan hoş olur. Neûzu billâh.” der.
Dürr-i Meknûn’da “Evvel şeriatı muhkem idesin, andan tarikatı muhkem idesin, andan marifeti muhkem idesin, andan hakikatı muhkem idesin, şeriatı temam olmayanın tarikatı olmaz. Tarikatı temam olmayanın marifeti olmaz. Marifeti temam olmayanın hakikatı olmaz…” Bir başka Buyruk yazmasında da: “…Şeriat, tarikat, marifet, hakikat çehar anasır mukabilesi insanın terkibidir. Şeriat yel hükmünde, tarikat ateş hükmünde, marifet su hükmünde, hakikat toprak hükmündedir. Bunların biri eksik olsa terkib bozılur tendost / ten dürüst olmaz…” denmektedir.
“Bir sualim var sana ey dervişler ecesi
Meşâyih ne buyurur yol haberi nicesi
Vergil suale cevap tutalım olsun sevap
Şu’le kime gösterir aşk evinin bacası
Evvel kapı şeriat emr ü nehyi bildirir
Yuya günahlarını her bir Kuran hecesi
İkincisi Tarikat kulluğa bel bağlaya
Yolu doğru varanı yarlıgaya Hocası
Üçüncüsü Ma’rifet can,
gönül gözün açar
Bak mâ’nî sarayına arşa değin yücesi
Dördüncüsü Hakıykat
ere eksik bakmaya
Bayram ola gündüzü Kadir ola gecesi
Bu Şeriat güç olur Tarikat yokuş olur
Marifet sarplık durur Hakıykattir yücesi”
Yunus Emre
ON İKİ İMAM 8- ALİ ER-RIZÂ (Ö. 203/819)
Kendisine Sâbir, Râzî, Vefî ve Rızâ gibi çeşitli lakaplar verilmiştir. Bunların en meşhuru Halife Me’mun tarafından verilen er-Rızâ’dır. Halife bu lakabı ona ilim, ibadet, zühd ve takvâ gibi üstün meziyetleri dolayısıyla vermiştir. Kaynaklar, Ali’nin bu lakapla çağırılmaktan hoşlanmadığı ve halifenin ısrarı karşısında bunu kabul ettiğini belirtir. Ali, Mescid-i Nebevî’de ilim meclisi kurup hayatını öğretimle geçirmiş, fetvalar vermiş ve ömrünün son yıllarına kadar siyasetten uzak kalmıştır. Ancak 816 yılında halife Me’mûn Merv’e davet etmiş kendisini veliaht ilan ettiği için istemeyerek de olsa siyasete karışmıştır. Me’mûn’un veliahtlığa Ali evlâdından birini getirmesi, Abbâsîler’in ayaklanmasına sebep oldu. Me’mûn, yanında Ali er-Rızâ olduğu halde bir ordu ile Bağdat’a doğru yola çıktı. Bu sefer sırasında İmam zehirlenerek şehit oldu.