24 Haziran seçimlerini geçen hafta sonu gerçekleştirdik. Sonuçlar kamuoyunca oy kaymaları, düşüşler, yükselişler üzerinden tartışılıyor. Bu tartışmanın belirli bir nitelik gözetilerek yapılması önemli şüphesiz. Özellikle toplumun tercihlerini rant-cehalet aşağılamaları üzerinden geçiştirmemeye dikkat ederek siyasi partilerin analiz etmesinde zaruret var. Bu hususlar her seçimin ardından dile gelen ve herkesin bildiği hususlar. Daha doğrusu kimsenin itiraz etmeyeceği hususlar. Bu hususlara eklenecek yeni bir şey yok.
Nitelikli muhalefet eksiği nasıl önemli bir gerçeğe işaret ediyorsa toplumun siyaseti besleyen vaziyetindeki düşüş de diğer bir önemli gerçeğin altını çiziyor.
Toplum olarak özellikle Osmanlı son döneminden itibaren olağanüstü koşullar içerisinde hayat sürüyoruz. Sosyal-kültürel ve siyasal hayatımızdaki her gelişme ilgili olduğu alan ve sahip olduğu ağırlıktan bağımsız şekilde bir varlık-yokluk meselesine kolaylıkla dönüşebiliyor. Hele hele gerekli dikkat ve direnç gösterilmediğinde bu yönde hastalanmış toplumsal hafıza ulusal, bölgesel ve küresel bir gelişmeyle karşı karşıya kaldığında spontan şekilde toplumu ve siyaseti paralize edebiliyor. Bu yaralı hafızanın siyasal getirisi olan bir kaynak işlevi gördüğünü sezen siyasetin-siyasetçinin mahirane dokunuşları da eklenince kutuplaşma ve gerilimin şiddeti artıyor, bazı yerlerde işin ucu gerçeklik yitimine kadar uzanabiliyor.
Benim biraz altını çizmek istediğim husus bu gerçeklik yitimi. Şöyle bir Afrika atasözü var: ‘Uyuyanları uyandırabilirsiniz. Ancak uyuma taklidi yapanları uyandıramazsınız.’ Seçimler özelinde konuşursak şayet başından beri seçimleri kaybedenlerin sonuçlara gösterdikleri tepkiler üzerinden gerçeklik yitimine uğradıkları, uyuma taklidi yaparak uyanmaya direndikleri dile getirilir. ‘Makarnacı’, ‘kömürcü’, ‘göbeğini kaşıyan adam’, ‘cahiller’, ‘benim oyum çobanın oyuyla bir olur mu?’ şeklindeki literatür de bunu destekler mahiyettedir. Ancak son dönemlerde buna bir de seçimleri kazananların eklendiği yeni bir durum oluştu. Üstelik seçimler kazanıldığı için gerçeklik yitimini, uyuma numarası yapıldığını tespit etmek güç olduğu gibi bunu ileri sürmek de çok zor.
Siyasetle kurduğu ilişkinin gittikçe özdeşleşmeye gittiği bir düzlemde, seçimlerin ‘ayna’ işlevi görerek toplumun kendisinin farkına varmasını sağlamasını umalım.
Ancak seçimlerin bitiş değil yeni bir fırsat, yeni bir başlangıç olabileceğine dair gerçekçi bir beklenti olacaksa bu kollektif uyuma numarası yapma vaziyetimizle yüzleşmek durumundayız. Nedir bu uyuma numarası, gerçeklik yitimi? Kastettiğimiz ne? Esas itibariyle abartılı bir dışa dönüklükten bahsediyoruz. O kadar dışa dönük ki, o kadar ötekine odaklanmış halde ki kendisini göremiyor, kendi yaptığına bakamıyor. Dikkat kesilen ötekinin, hesabı-kitabı yapılmak zorunda hissedilen dışın içeriyi nasıl ifsat ettiği, içerdeki çürümeye nasıl karartma uyguladığı fark edilmiyor. Bu yukarıda belirttiğim gibi söz konusu yaralı hafızanın aktif hale gelmesi, mevzuyu varlık-yokluk mevzusuna kaydırması ile ilintili kısmı.
İkincisi, bağlantılı olarak bu sürecin özerk ve özgür bir özne, bir varlık olarak ortaya çıkışı engelleyen, bunun koşullarını tahrip eden boyutu. Ait olunan kampın makro siyasetinde konumlanmayı, ona destek sunmayı ontolojik bir zaruret olarak gördürten bu konumlanış giderek mikroyu da içerecek şekilde bir angajmana, tabiiyete, sadakate ve nihayetinde sözcülüğe evriliyor. Özellikle son dönemlerde muhafazakar-mütedeyyin kesimde şahit olduğumuz dernek, vakıf, cemaat, sendika gibi yapıların siyasete desteklerini açıklama pratiği bu sürecin bir yansımasıdır. Burada mesele desteğin açıklanması değil, ilişkinin totalde bu tür yapıları özerk-özgür-özgün yapılar olmaktan çıkararak siyasetin uzantılarına, birer taşra teşkilatına dönüştürmesidir. Bu durum kısa vadede bir işlev görse de orta ve uzun vadede yapısal anlamda hem toplumu güçsüz kılmakta hem de siyaseti içeriksizliğe mahkum etmektedir.
Yine bağlantılı olarak uyuma taklidi yapmanın, gerçeklik yitimine uğramanın bir diğer nedeni olarak herhangi bir çaba ve gayret göstermeden kutsal bir mücadele veriyorum yanılsaması yaratmasıdır. Kayıtsız, denetimsiz bir alan yaratıldığı için sorumluluk üstlenmeden, görevinin gereklerini yapmadan, makro söylemin taşeronluğunu üstlenerek konforlu bir yaşam sürdürebiliyorsunuz. Türkiye için sistemik dönüşümlerin yaşanması anlamı taşıyan bu kritik seçimlerin öncesinde toplumsal taleplerdeki kuraklık biraz da siyaset-toplum ilişkisinin bu çarpık karakterinin sonucuydu. Dini duyarlılıklarıyla varlık kazanan yapılar ilgili oldukları alanla ilgili talep ve beklentileriyle siyasete nitelik katmak yerine desteklerini sunmayı vazife ifası gördüler. STK’lar ilgili oldukları alanla ilgili yaşanan sıkıntıları, eleştirileri ve çözüm önerilerini olmazsa olmaz kabilinden görüp kamuoyuna sunma yerine parti söylemini ve bu söyleme olan desteklerini izhar etmeyi seçtiler.
Meseleyi sadece seçim kazanmaya indirgeyen bu tutumun içerikten ziyade formu fetişleştiren bir tutum olduğu açık. Türkiye’de hangi aktörlerin seçim kazandığı elbette önemli. Ancak kazanılacak seçimden daha önemli olan şey siyasetin niteliği ve yürütülme biçimidir. Bu iki hususta zannedilenin aksine en önemli görev topluma ve toplumun örgütlü kesimlerine düşmektedir. Siyasetin kendi iç işleyişinde iktidarın ve muhalefetin niteliği nasıl önemli ise toplumun siyasete dönük yaklaşımı, yönelimi, performansı da hayati önemdedir. Bu açıdan sık sık dile gelen nitelikli bir muhalefet eksiği nasıl önemli bir gerçeğe işaret ediyorsa aynı şekilde toplumun siyaseti besleyen ve niteliğine etki eden vaziyetindeki düşüş de diğer bir önemli gerçeğin altını çiziyor. Bugün toplumumuz siyasetten madenleri altına çevirmesini beklemektedir. Bu beklentisinde ısrar ettikçe de malesef siyaset de madenleri altına çevirme vaadinde bulunmaktan imtina etmiyor. Bu karşılıklı ayartma halinin akamete uğrayacağı aşikar. Kamusal hayatımızın gündemine gelmeyen, kemali ciddiyetle tartışılmayan hangi konu kimler tarafından çözüme kavuşturulacak? Din-devlet ilişkisinde sihirli formül hangi siyasetçinin elinde? Devlet-toplum ilişkisinin hak ve özgürlükler temelinde yapılanmasının reçetesi var mı? Varsa kimde? Eğitime, kültür-sanat hayatımıza, ekonomimize ve tüm diğer yaşam alanlarımıza ilişkin mucizevi çözüm toplumdan bağımsız ve onun haberi, gayreti, çabası olmadan mümkün mü?
Bir kimliği, düşünceyi, inancı ve siyaseti savunmaktan, temsil etmekten o kimliğin, düşüncenin, inancın ve siyasetin gereğini yapmaya fırsat bulunamayan bu ortamda seçimleri de vesile kılarak bu hususlara dikkat kesilmekte zaruret var. Toplumsal ahvalimiz, toplum-siyaset ilişkimiz üzerinden yaşadığımız sıkıntı teşbihte hata olmazsa Lacan’ın “ayna evresi”ni çağrıştırmaktadır. Siyasal sisteme katılımındaki ve müdahalesindeki basiretin aksine siyasetle kurduğu ilişkinin gittikçe özdeşleşmeye, kendi varlığı hilafına işleyen bir örtüşmeye gittiği bir düzlemde seçimlerin ‘ayna’ işlevi görerek toplumun-toplumun örgütlü kesimlerinin kendilerinin farkına varmalarını sağlamalarını umalım. Malum Lacan’a göre bebek annesi ile ayna evresi denen bir dönemi yaşar. Bu dönem de bebeğin kendine yabancılaşması ve özdeşleşmesinin başladığı dönemdir. Bebek, aynada kendisini ya da kendi yansımasını görünceye kadar annenin bir uzantısı ya da bir parçası olarak yaşamına devam eder. Kendisini besleyen ve koruyan annesi ile bir bütünlük yaşar. Ayna evresinden önceki dönem bebeğin kendini bir bütünsellikte gördüğü imgesel dönemdir. Ayna evresinden sonraki dönemde ise bütünsellik yerini özne olmaya bırakır ve bu dönem simgesel dönemdir. Seçimlerin ‘ayna evresi’ işlevi görmesi toplumun siyasetten bağımsızlaşarak ona düşman olmasını gerektirmiyor tersine özerk, özgün, özgür bir varlık olarak kendisini görmesini ve konumlandırmasını gerektiriyor. Bunun da hepimiz için bir seviye ve nitelik artışı olacağı açık.