A.YAĞMUR TUNALI
Yıllar yılı, Türk Mûsikîsi’nin itibarı için uğraşanlarla yakın oldum. Karınca kararınca, mücadelelerine katıldım. Keskin kavgalarına karıştığım da oldu, kavga edenlerin eteğinden çektiğim de… Mesela, rahmetli Cinuçen Tanrıkorur, Batı Müziği mensuplarının nobranlığıyla uğraşır, hatta dehşetli kavgalar ederdi. Bir dönem kalemini bu yönde kullanmıştı. Yazdıklarını önce bana verirdi. Epeyce bir yazısını yayımlamaması için saatlerce dil döktüğümü dün gibi hatırlarım. Bu yazıların önemli bir kısmı Türk Müzik Kimliği adıyla yayınlanan kitabındadır. Cinuçen Bey ve mûsikîmizin diğer mensuplarının başka mûsikîlerle ve müntesipleriyle bir alıp veremediği yoktu, olamazdı. Bilmek isterler, dinlerler ve severlerdi. Batı müziğinin devlet çapında itibar görmesine de bir diyecekleri olmamıştı. Nasıl olsun ki? Batı Müziği, büyük ve gelişmiş bir müzik sisteminin adıydı. Üstelik iki asırdır zaten sarayımızda ve okumuşlarımız arasında revaçtaydı. O müzikten öğrenilecek ve alınacak çok şey vardı. Dolayısıyla Batıcıların düşmanlığa varan tavırlarını onlar hiç takınmamıştı. Sadece, kendi mûsikîmizin de yüksek kültürümüzün yarattığı bir yüksek müzik sistemi olduğunun bilinmesini, kabul edilmesini bekliyor ve pek haklı olarak da talep ediyorlardı. Devlet itibarını elde etmek ve eğitim öğretim sistemi içinde yer almak en tabii dilekleriydi. Muarızlarının istemediği ve karşı çıktığı da buydu.
Türk Mûsikîsi, memleketin her tarafına yayılmış mûsikî cemiyetleri marifetiyle yaşatılıyordu. Müthiş bir kamuoyu sahiplenmesidir. Tam bir halk hareketidir. Bu konunun enine boyuna bir incelemesini yazan olduysa da ben görmedim. Milletin okumuşları ve okumamışları arasında, şehirler yanında kasabalara kadar yayılan bir kurs ve koro faaliyeti bir merkeze bağlı olmaksızın yayılmıştır. Devlet kapısına yanaştırılmayan müziğine milletin kollektif şuuraltı böyle bir reaksiyon vererek sahip çıkmıştır.
Böyle devam edemezdi. Devlet desteği de elbette gelecekti. Dünyanın iki büyük sanat müziğinden biri olan klasik Türk Mûsikîsi’nin araştırılması dünya ölçeğinde bir ihtiyaçtı. 1975’de kurulan Devlet Klasik Türk Müziği Korosu bu çemberi kıran ilk adımdı. Yılmaz Öztuna ve Nevzat Atlığ’ın gayretleri ve uzun yıllar akıllıca yürüttükleri politika nihayet netice vermişti. Şunu da kaydedelim ki Demirel’in politika, basın ve aydın çevrelerinin baskısını göğüslemesi çok önemlidir. Bunu, 1976’da kurulan Türk Mûsikisi Devlet Konservatuarı takip edecektir ki ihtilal çapında bir olaydır. Artık Türk Mûsikîsi, devlet desteğine kavuşmuştur.
Müziğimizin devlet katında itibarına kavuşması ve bu itibarın çeşitlenmesi ana hatlarıyla böyledir. Donizettilerin gelişiyle saraya yerleşen Batı Müziği’nin yanı başında artık kendi müziğimiz de yerini almıştır. Yalnız problemin başka bir tarafı vardır. “Hadi gelin, ne istiyorsanız yapın!” denmesi problemi çözmemiştir. Bunu konservatuarın bir numaralı kurucu üyesi Yılmaz Öztuna’dan yıllarca dinlemiş bir kimse sıfatıyla söylüyorum, asıl problem bu kabulden sonra başlamıştır. Çünkü modern eğitim öğretim usullerinin benimsenmesi ayrı bir meseledir. Ağırlıklı olarak meşk usûlünden gelen öğrenme ve aktarma zinciri devam etmektedir. Okullaşma başka bir iştir. Türk Mûsikîsi Devlet Konservatuarı açıldığında modern anlamda metodsuz bir müzik akımı söz konusuydu. Sazlar bile tam olarak tespit edilmemişti. Hemen hiçbir sazın metodu yazılmamıştı. Arel-Ezgi-Uzdilek sistemi üzerinde başlayan bir eğitim öğretim olacağı açıktı, çünkü daha iyisi yoktu. İyi de henüz o sistem tam anlaşılabilmiş, ihtilaflı kısımları tam halledilebilmiş değildi ki. Ses sisteminin nasıl kurulacağı belli değildi. Batı usulü şan acaba bize uyar mıydı? Onlardan alınabilecekler alınsa diğer meseleler zamanla hal yoluna girer miydi? Bunlar dağ gibi meselelerdir ve henüz halledilebilmiş değildir.
Bugün itibariyle 34 konservatuarımız vardır. Küçümsenecek bir rakam değildir. Güzel sanatlar fakültelerindeki ve eğitim fakültelerindeki bölüm sayısı eklenince muazzam bir yekûn çıkar. Yeterlidir veya değildir tartışması ayrı bahistir. Ancak şuna bakmak lazımdır: Bu kadar konservatuar ve müzik bölümü hangi problemlere çözüm getirmiştir? Bunlardan ne bekliyorduk, ne elde ettik? Neleri yapabildiler, neleri yapamadılar? Nihayet, bu konservatuarların yapamadığı hangi işleri Müzik Üniversitesi kanalıyla halletmek ihtiyacındayız?
HANGİ İHTİYACI KARŞILAR
Öyle ya, bu kurum ve kuruluşların yetmediği bir durum karşısında olmalıyız ki bir Müzik Üniversitesi kurmak istiyoruz. Teknik bir gereklilik olabilir, bilmiyorum. Ama sanat adına bir gereklilik düşünemiyorum. Önce kendime şunu soruyorum: “Sen, bir dinleyici sıfatıyla hanende ve sazendeleri tanır ve takip edersin. Bestekârlar da ilgi alanındadır. Batı Müziği için değilse bile Türk Mûsikîsi için düşündüğünde 40 yıl önceye göre daha mı ilerdeyiz?” Konunun tek yönlü olmadığını artık biliyoruz. Cevabımı uzun tutacağım. Hiç şüphesiz bazı sazların icrasında sayıca belli bir ortalamanın üstünde bir birikme oldu. Yer yer virtuoziteye yaklaşanlar olduğunu da görüyoruz. Ancak mesela tanburu örnek alırsak, henüz bir İzzeddin Ökte’miz, bir Necdet Yaşar’ımız yetişmedi. Neyde Niyazi Sayın’a yaklaşacak konservatuar neslinden bir Neyzen bilmiyorum.
Bürün sazların en mükemmel metodları yazıldı mı? Bunu da bilmiyorum. Türk ses sistemiyle ilgili teorik ve pratik çalışmalar ne durumda? Okuyucu (hânende) sesini nasıl geliştireceğimiz konusunda bize has çalışmalar var mı? Batı şan tekniğiyle mi ses yetiştiriyoruz? Öyleyse Batı şan sisteminin Türkçeyi bozma tehdidini halledebildik mi? Yeri gelmişken söyleyeyim: Dil de şiir ve müzikle öğrenilir. Maalesef müzisyenlerimizin güfteli eser icrasındaki Türkçeleri de bozuldu. O konuda da geriye gittik. Bu dil sorusunu bir de şöyle düşünün: Batı müziği eğitimi almış bir ses, hemen hemen hiçbir zaman bizim sesleri tam çıkaramaz. Yalnız nota bakımından söylemiyorum, Türkçe sesleri çıkartmaktan da bahsediyorum. Bir zamanlar çok meşhurdu, hatırlayanlar olacaktır: Batı tekniğiyle yetişmiş solistler “İzmir’in kavakları”nı söylerlerdi. En yakın söyleyen Ruhi Su bile “ İzmir’in kavvaaakkklaaarııı” derken harfler sanki bilmediğimiz bir hançereden çıkardı. İşte bunu hallettik mi?
Konu çok yönlü de sözü en can alıcı noktaya getireyim: Bir müziğin devamı için olmazsa olmaz gösterge bestedir. Müzik, önce bestekârlarla yaşar. Konservaturlarımızda kompozisyon bölümleri var. İleriye çıkanı geçtik, kaç orta seviyede bestekâr yetişti? Bu konservatuarlar sayesinde müzik eğitim öğretiminde bir tekniği elde etmiş olabiliriz. İcralarda ses netliği ve kalitesi bir ölçüde artmış olabilir. Belli kalitede öğretmen de yetiştirmiş olabiliriz. İyi de dostlar, bu da ekonomistlerin “orta gelir tuzağı” dedikleri bir durağan seviye değil mi? Yine soralım: Müzik Üniversitesi kurarak neyi biraz daha ileriye götürme imkânı bulabileceğiz? Bu teklifi yapan Prof. Erol Parlak Bey’in iki cümlelik bir fikrini bile duymadık. Kendileri İTÜ Devlet Konservatuarı’nda Ses Bölüm Başkanıdırlar. Mutlaka uygulamanın içinde bir kişi sıfatıyla yapılamayanları biliyorlardır. Bunları muhtemelen erbabıyla paylaşmıştır. Ben şunu bulabildim: Olsa olsa üniversite çapında daha bağımsız bir idarî yapıya kavuşulur. O takdirde, konservatuarlarda yapılamayanların yapılabileceği bir yer olarak teorik planda doğru bulunabilir.
Bir de muhtevaya bakalım, olumlu sözler edebileceğimiz bir başlık yine budur: Kurulacaksa, bu üniversite adı üstünde bir araştırma kurumu olmalı. Öğretmen yetiştirme yine eğitim fakültelerinde kalmalı. Hem Türk Müziği hem Batı Müziği hem de etno-müzikler bu üniversitede öğretilebilmeli ve araştırılabilmeli. Bu çerçevede bir üniversite yapılanması kâğıt üstünde düşünülebilir. Müzisyen olmayan ve müziği sadece seven ben bile size bir şema çıkarabilirim. Bu önemlidir ama bizim için mesele bu değildir.
NİTELİK PROBLEMİMİZ VAR
Sütten ağzımız sayısız defa yandı. Okul açmakla iş bitecek sandık. Memleketi üniversitelerle donattık. Bu bolluktan üniversitenin dağılışı ve bitişi çıktı. Nevzat Atlığ Bey’in cidden klâsik korosundan sonra hemen her şehirde bir koro kurduk. Seviye yerlerde sürünüyor. 34 konservatuarımız oldu, müziğin hali malum. İlerlediğimizi söyleyecek, en azından bestekârlık ve icra bakımından ilerlediğimizi söyleyecek pek kimse yok. Klasik eserleri icra edenler bile neredeyse parmakla sayılacak kadar azaldı. Devletin zirvesinde verilen devlet sanatçılığı mesabesindeki ödüllerin törenlerinde bile klasik eserlerin icra edildiği nâdir. Burada daha derin bir problemi görmek zorundayız. Biz, bu müziğin dinleyicisini, amatörlerini yetiştirememişiz. Yalnız piyasaya adam yetiştirmek için bu kadar masrafa gerek yok. Bu tür müzikler atıştırmalıktır. Sık ve tez tüketilir. Etkileri saman alevi gibidir. Derine inmez. Konservatuarlardan onlar da çıkar, çıksın, çıkmalıdır. Ancak üniversite ve konservatuarın asıl görevi bu olamaz. Dünyada böyle şey yoktur. Konservatuarlarımız, Türk Mûsikîsi açısından bakarsak, akademik mûsikîye hizmet etmiyor. Bolca hafif müzikçi yetiştiriyoruz. Piyasada tanınmış isimlerin büyük çoğunluğu Türk Müziği konservatuarlarından. Aklınıza gelen isimleri Google amcaya yazın, o size nereden yetiştiklerini söyleyecektir. Hal böyle olunca, konservatuvarları bu halde olan bir çevreden üniversite kursak ne bekleyeceğiz?