‘Ne, ne zamandan beri?’
Geçen gün Akif Emre’nin yazısını okuyorum. Akif, benim kırk yıllık arkadaşım.
Kırk yıl, burada, ‘kesretten kinaye’ değil. Gerçek. Akif’le 70’lerin sonunda tanıştık. Kırktan aşağı insem insem 39’a, bilemediniz 38’e inerim.
Akif, istikamet sahibidir. Fikirleri benim için her zaman kıymetlidir. Endişeleri benim de endişemdir.
Akif’in yazısını okurken birdenbire ‘güncel’in içinden çıktığımı hissettim.
Hangi yazısı? Onu da söyleyeyim. 18 Şubat’ta Yeni Şafak’ta yazdığı ‘Sahici cümleler kurabilmek’ başlıklı yazısı.
“Modern dünyada Müslümanlar nasıl bir hayat yaşamak istiyor?”
Bu soruyla başlıyor yazı.
Birden bu soruyla ‘Müslümanlar’ın arasındaki mesafenin ne kadar açıldığını düşündüm.
Hadi ‘modern dünya’ kısmını bir tarafa bırakalım. Sorunun geri kalanıyla iktifa edelim. ‘Müslümanlar nasıl bir hayat yaşamak istiyor?’
Yani biz nasıl bir hayat yaşamak istiyoruz?
Bu sorunun cevabına dair şeylere biz eskiden ‘dava’ diyorduk.
Tam burada İsmet Özel’den işittiğim, “Davayı kaybettik” cümlesi geldi geçti kafamın içinden.
‘Yenildik, mağlup olduk’ demek istemiyordu İsmet Özel. ‘Dava diye bir şey vardı, onun ne olduğunu kaybettik’ anlamında söylüyordu.
Ne kadar kaybettik?
Adamın ‘hafıza’ sorunu varmış. Hekime gitmiş.
Nedir şikayetiniz?
Efendim, bana bir unutkanlık arız oldu. Her şeyi unutuyorum.
“Ne zamandan beri” diye sormuş hekim.
Adam, şaşkın şaşkın, gafil gafil bakmış.
“Ne ne zamandan beri?”
Galiba o kadar kaybettik.
Neydi o?
Neyi konuşuyoruz? Hangi dille konuşuyoruz?
Kimlere kulak veriyoruz? Niye kulak veriyoruz?
Ellerimiz temiz mi?
‘Kar yağarken kirlenen bir şey’ mi oldu bizim elimiz, yüzümüz?
Nasıl bir hale düçar olduk?
Biz Kitab’ı niye okuyorduk? Kitab’ı... Kur’an-ı Kerim’i.
Mesela Necip Fazıl’ı, Sezai Karakoç’u niye okuyorduk?
Nuri Pakdil’i, Rasim Özdenören’i, İsmet Özel’i, Cahit Zarifoğlu’nu... Mustafa Kutlu’yu... Atasoy Müftüoğlu’nu...
Seyyid Kutub’u, Malik Bin Nebi’yi, Hasan el-Benna’yı, Mevdudi’yi?
İmam-ı Gazali’yi... Fıkh-ı Ekber’i... İmam Rabbani’yi... İbn Arabi’yi...
Ali Şeriati’yi, Hamidullah’ı...
Mevlana Celaleddin Rumi’yi, Feridüddin Attar’ı...
Şeyh Galib’i, Fuzuli’yi...
Elmalılı Hamdi Yazır’ı... Mehmed Akif’i...
Kasten çoğu kimsenin bir arada anmaktan hoşlanmadığı şahsiyetlerin isimlerini, ‘silsile-i meratip’ gözetmeksizin art arda yazdım.
Biz bunların hepsinden, güzel bulduğunu almayı seven bir kuşak olarak yetiştik. Buna lütfen karışmayın!
Dünyanın filozoflarını, romancılarını, şairlerini... Marx’dan Sartre’a, Dostoyevski’den Rilke’ye kadar kim varsa ilave edebilirim.
Niye okuduk, ne olacaktı bunları okuyunca?
Şimdi ben Akif Emre’nin sorusundan uzaklaşmış gibi oldum. Bağlamından çıktım. Ama dönerim.
Biz bütün bunları, bütün bunlar ‘fena fil gürültü’ olsun diye mi okuduk?
Yer ile gök arasını doldurdu ‘ikiye katlanmış’ abuk sabuk twittler!
Sanal çöp dağları.
Öyle mi yazıyordu Mesnevi’de, Fi Zilal’de?
Bütün bunların hepsi, kapa parantezi, çarpı sıfır.
Ne olur o zaman?
Yoksa ‘sıfır’la değil, negatif bir sayıyla mı çarpıyoruz?
Bir ‘kirlilik anaforu’ herkesi paçasından kendi süfliliğine doğru sürükleyip duracak mı?
Akif Emre’nin yazısı görüyorsunuz beni ta nerelere götürdü.
Halbuki Akif’in soruları, benim sorularıma nazaran daha esaslı.
“Türkiye’deki düşünen, Müslüman olduğunun bilincinde olan toplum ve fertlerin amacı, sosyal ve bireysel hayat standartlarının yükseldiği, teknolojik harikalar gösteren, mesela bir Japonya olmak mıdır?”
“Müslüman toplumların sorunu sadece hayat standardına ulaşmak değil, modern dünyaya karşı anlamlı bir tekliflerinin olup olmayacağıdır.”
Anlamlı bir teklif?
Evet... Böyle sorularımız, böyle cevaplarımız vardı.
Akif Emre’nin bizi esaslı meselelere, esaslı sorulara çağırma çabasını selamlıyorum.