Nazım Hikmet’e ‘büyük şair’ demek caiz midir?
Yahya Kemal için sarf ettiğim cümle Nazım Hikmet için de doğrudur.
‘Türkçe’nin en büyük şairi kimdir’ sorusunun mümkün olan cevaplarından biri de Nazım Hikmet Ran’dır.
Herkes bu sorunun cevabını kendi meşrebine, kendi mezhebine, kendi ideolojisine göre arar, bulur.
Birisi dese ki ‘En büyük şairimiz Nazım Hikmet’tir,’ itiraz etme ihtiyacı hissetmem.
Doğrudur, bir zaviyeden, en büyük şairimiz Nazım Hikmet’tir.
Politik takıntılarımız böyle sözlerin rahatça, özgürce söylenmesine manidir.
Söylesen ne olur? Sosyeten mi sarsılır?
Eh, biraz sarsılır.
Biz sağcıyız veya solcuyuz veya tabir caizse İslamcıyız.
O zaman, niye başkasının şairine ‘büyük şair’ diyelim?
Mesela, Nazım Hikmet için konuşursak. Bir komünist, neden büyük şair olsun?
Üstelik, memleketten kaçmış. Sonra gelmiş, bir daha kaçmış. Vatandaşlıktan çıkarılmış. Polonya tabiyetine geçmiş.
Böyle birine büyük şair demeyelim. Hatta mümkünse şair bile demeyelim.
İyi de, hırsızın hiç mi kabahati yok?
Nazım Hikmet’e, şiirinden, yazısından dolayı 15 sene, sonra 28 sene hapis cezası verenlere hiç mi sözümüz yok?
Benim var.
Var da söyleyeceğim şeyler biraz kaba olabilir.
En hafifi, ‘faşist’ dilime gelen kelimelerin.
Kitabi kalalım. Daha ileri gitmek edebe mugayir olur.
Tam bu noktada, ağzımızı bozmadan, politikayı bırakıp şiire geçmek uygundur.
İlk şiirler, biraz yavan.
Nazım’ın sonraki şiirinden haber veren bir kıvılcım bile yok. Vasat’ın biraz üstünde şiirler işte.
Eğer o sesle devam etseydi, antolojilerde üç beş şiiri olan kendi halinde bir şair olarak kalırdı.
Adını belki hatırlamazdık.
Veya Yusuf Ziya Ortaç kadar hatırlardık. (Nereden aklıma geldiyse!)
Evet, ‘Ağa Camii’ dört başı mamur bir şiir.
Ama başka bir şiir. Nazım’ın sonraki şiirleriyle akraba bile sayılmaz.
Ağa Camii’nin üstünde biraz duralım.
Bu şiirin şairi, mü’min bir adam.
1921. Mütareke yılları.
İstanbul işgal altında. Yabancı bayraklar var şehrin gönderlerinde.
Ah, ey zavallı cami seni böyle görünce
Dertli bir çocuk gibi imanıma bağlandım
Allahımın ismini daha çok candan andım.
***
Böyle sokaklarda ki çamurlu kaldırımlar
En kirlenmiş bayrağın taşıyor gölgesini
Üstünde orospular yükseltiyor sesini
***
Bu imansız muhitte öyle yalnızsın ki sen
Bir arkadaş bulurdun ruhumu görebilsen!
(1921)
Nazım Hikmet’in imanını ikrar ettiği başka şiirleri de var.
“Ben de müridinim işte Mevlana” diyor mesela. (1920)
Birbiri ardınca savaşlar.
İmparatorluklar yıkılıyor. Yeryüzü adeta parselleniyor. İnsanlık hallaç pamuğu gibi atılıyor.
Dünyada acayip rüzgarlar esiyor. Rüzgar ne? Büyük fırtınalar.
Böyle bir zamanda Moskova’ya gidiyor Nazım. Sene 1921.
Bolşevik İhtilali henüz taze.
Her gün devrim. Her gün proleterya!
Üstelik Rusya harpten çekilmiş. En azından o günlerde aramızda husumet yok.
İçinde fırtınalar kopan bir ruhun devrimin cazibesine kapılmasına müsait bir zaman.
‘Ruh’ dedim değil mi? Halbuki, artık Nazım Hikmet ruha falan inanmaz. (Bunu söylediği şiirler de var. Ben, Nazım’ın, son dönemlerinde bu konudaki görüşünü değiştirmiş olmasına ihtimal veriyorum.)
Nazım, Moskova’da ne gördüyse, artık şiiriyle, nesriyle, bambaşka bir adam oluyor.
Kelimeleri büyüyor. Harfleri büyüyor.
Veznin, kafiyenin içinde daralan, bocalayan şiiri, büyük bir gürültüyle patlıyor.
Yanlış anlaşılmasın. Bütün vezinli, kafiyeli şiirler daralmaz.
Ama Nazım Hikmet’inki daralmış.
Çıkıyor kalıplardan.
Sonra, Nazım’a özgü büyük şiir doğuyor.
Doğduktan sonra bakalım neler oluyor.
Haftaya inşallah.