Maddiyat ve maneviyat: İki kanatla uçan kuşlar!
‘Kuşlar, tek kanatla uçamaz. İki kanadını da çırpması lazım. İnsan da öyle. Hem maddiyat, hem maneviyat olması lazım.’
Kim itiraz edebilir böyle bir ‘önerme’ye?
Karşında ‘maddiyyun’dan bir kimse varsa, sür masaya bu önermeyi. Uçabiliyorsa uçsun bakalım tek kanatla!
Uçuyor herifçioğulları!
Fakat galiba biz iki kanatla daha iyi uçuyoruz.
Genellikle iki kanat aynı kişide olmuyor.
‘Maddiyat’ birinde, ‘maneviyat’ ötekinde.
Uçuş bitince yollar ayrılıyor. Birinin elinde ‘maddiyat’ ötekinin elinde ‘maneviyat,’ hadi güle güle.
Kazvin’de kuşların neden tek kanatla uçtuğu ayrı mesele!
Hayatın cilvelerini bir tarafa bırakalım da konumuza dönelim.
Konumuz İmam-Hatip Okullarıydı. ‘Bizi kurtaracak olan İmam-Hatip nesli’ydi.
İlk kuşak İmam-Hatipliler imtihanla alınıyordu. Yöneticiler, hıfzını, Arapçasını ikmal etmiş adaylardan iyilerini seçip okula kaydediyordu.
Talebeler, kendi ilmi seviyelerinin epeyce aşağısında kalan dini eğitim müfredatında hiç zorluk çekmiyordu.
‘Meslek dersleri’nin yanı sıra, uçmak için gerekli olan ‘maddiyat’ı karşılayacak şekilde, ‘pozitif ilim’ öğreniyorlardı. Biraz da Fransızca, resim, müzik...
Babam, cebir çalışmaya Gülhane Parkı’na gidermiş. Orada mühendislikte falan okuyan gençlere denklem çözdürürmüş. Cebirden ikmal imtihanını öyle geçmiş.
Evde de anlatılıyordu ‘cebir’ sıkıntısı.
Babamın cebir kitabını elime almışım. Babam, “Oğlum, bırak o kitabı onda cebir var” deyince, hemen bırakmışım.
Sade cebir olsa iyi...
Düşünsenize babam, sulu boya ile resim yapacak, resimden not alacak.
İlkokulu dışarıdan bitirmiş bir molla için zor mesele...
Fakat bu gençlerde, cami cemaatini tatmin etmeye rahatlıkla yetecek bir dini ilim müktesebatı var.
Vaaz verebilirler, Kur’an’ı güzel okurlar, kitabı açıp kelime tercümesi yapabilirler, mevlit, kaside okuyabilirler, ne lazımsa hepsini karada havada hallederler.
Böylece ilk maksada ulaşılıyor.
Gidip bir yerden vazife alıp yani bir camiye imam ya da müezzin olup devletin verdiği maaşla hayatını idame ettiriyorsun.
Öyle de yaptılar.
Bunlar, siyasette de ‘iki kanadı olan’ tarafı tutuyorlar.
O tarihte Menderes’i, yani Demokrat Parti’yi.
Sonra, ağırlıklı olarak Milli Selamet’i.
Bir ‘dava’ları var. CHP zihniyetinin merdiven altlarına, bodrum katlarına sıkıştırdığı, vapurlarda üçüncü mevkideki tahta seccadelerin üstünde karşılaşılan ‘müslümanlık’ın zahir olmasını, faik olmasını istiyorlar.
Hakim olmasını da istiyorlar ama, henüz bunu umabilecek kadar özgüvene sahip değiller.
Mehmet Niyazi’nin ‘Varolmak Kavgası’ romanını (Ötüken) gözyaşlarını romanın sayfalarına damlatarak okuyan çok İmam-Hatipli vardır.
Galiba ‘varolmak kavgası’ydı, o zamanki kavgamız.
‘Varolmak kavgası’nın yavaş yavaş bir siyasi mücadeleye dönüştüğü yıllar benim çocukluk yıllarıma denk gelir.
Babam beni bir iki defa Milli Türk Talebe Federasyonu’nun toplantılarına götürmüştür.
Daha sonra ailece sık sık gittiğimiz Üsküdar Din Görevlileri Lokali’nde sahnelenen piyesleri hatırlarım.
Demek ki artık bir çekirdek oluşuyor. Bir ‘ideal’ şekilleniyor. ‘İdeal’ şekilleniyorsa, ‘ideoloji’ de şekillenir.
Bunun İmam-Hatiplerle ne alakası var?
Var. Hareketin ilk ‘insan kaynağı’ köyden şehre gelmiş, İmam-Hatip okullarında hocalarından idealizmle, ‘dava’yla ilgili bir şeyler işitmiş genç adamlar.
Kim hocaları?
Celalettin Öktem ilklerden. Göle mayayı çalan odur. Mahir İz Bey’i hatırlarım. Mehmet Sofuoğlu’nu Mahmut Bayram’ı işitirim. Zekai Konrapa babamlara Siyer dersine geliyormuş. Allah hepsine rahmet etsin.
Babam Düzce’de Hafız Hasan Efendi’nin kursunda hafızlığı ve Arapça’yı tamam ettiği günlerde Zekai Konrapa ile Düzce’de bir cemiyette karşılaşmış.
O sıralar büyük sıkıntı. İmam-Hatip’e gidilir mi, gidilmez mi?
‘İmam-Hatip’e gidersen gavur olursun’ diyen bile var.
Konrapa’ya danışmış. Biraz da tereddütlü.
“Git oğlum” demiş Zekai Bey, “Kimseyi dinleme, git.”
Şimdi zannediyorum, İmam-Hatiplerin ilk kuruluşundaki ‘ruh’un, ‘kalite’nin nasıl bir şey olduğuna dair bir fikir vermişimdir.
İleriki yazılarımda ‘bugünler’e geliriz inşallah.