‘Koyun kaval dinler gibi Kur’an dinlemek’
Yeni Şafak’tayım. CD’lerin mazisi çok eski değil o sıralar. Biz, Hatm-i Şerif CD’si veriyoruz okuyucularımıza. İlanlara başladık.
Bir okuyucumuz aradı. Bursa’dan.
İçtenlikle soruyor.
“Niye Kur’an-ı Kerim CD’si veriyorsunuz?”
Böyle durumlarda enteresan itirazlar gelebiliyor.
Şöyle bir itiraz mümkün mesela, “O CD’lerin içinde Kur’an-ı Kerim var. Postaya veriyorsunuz. Gerekli hürmet gösterilemiyor.”
Veya, “Kur’an-ı Kerim’i dijital ortamlara koymak ‘bereket’i ortadan kaldırır. İnsan, Kur’an-ı Kerim’i mekanik aracılar olmadan okumalı, dinlemeli.”
Eğer bu olsaydı sorusunun ardındaki gerekçe “Doğru söylüyorsun ama şimdiki zamanda insanlara ulaşmanın yollarından biri bu, idare et bizi” derdim.
Bursa’dan arayan okuyucumuzun ‘niye Kur’an CD’si veriyorsunuz’ demesinin sebebi başkaydı.
Diyordu ki...
“İnsanlar CD’yi dinliyor... Koyun kaval dinler gibi. Bir şey anlamıyor.”
Bir açıdan haklı.
(Burada koyunların tarafını tutarım. Bazı insanlar koyunun kaval dinlemesini fazla küçümsüyor. Biliyor muyuz, koyunun kavalı nasıl dinlediğini?)
Yine de izaha çalıştım.
İsmiyle hitap ettim, fakat şu anda maalesef, o arkadaşın ismini hatırlamıyorum.
“Hiçbir Müslüman, Kur’an-ı Kerim’i koyun kaval dinler gibi dinlemez. Ayetleri anlamasalar bile, güzel hislerle dinlerler.”
Biraz sohbet ettik o arkadaşla.
Hurafelerden müştekiydi.
Dedim ki “Hurafesiz Müslümanlık olmaz.”
“Fakat inanmayacaksın.”
İnanmayınca, hurafenin zararı olmaz.
Hatta Metin Abi’ye (Önal Mengüşoğlu) selam gönderdim.
Geçen hafta, “Şov’a yaklaştıkça Kur’an’dan uzaklaşıyoruz” başlığı altında bir yazı yazmıştım.
Komünist rejimin tasallutundan yeni kurtulmuş iki ihtiyar Arnavut’un Kur’an-ı Kerim’i büyük bir mücadele ile, heceleye heceleye, düşe kalka okumalarını gıpta ile anlatmıştım.
Tabii, o iki Arnavut, okudukları ayetleri anlamıyordu.
O zaman, uğraştıkları şey, bomboş, anlamsız, lüzumsuz bir şey midir?
Abesle iştigal midir?
Hiç de değil.
O okumaların güzel olduğu fikrinden beni hiç kimse geri çeviremez.
Bin tane kurra hafızın ettiği hatime değişmem o iki ihtiyarın Allah’tan ecir umarak Kur’an ayetlerini hecelemesini.
Fakat hiç kimse beni şu fikirden de geri çeviremez.
Biz, kullarız.
Mes’ulüz.
Allah’ın kullarına hitabını anlamamız gerekir. Anlamaya uğraşmamız gerekir.
Yazının gazetede çıktığı gün, çok seyrek görüştüğümüz, kendisi ve fikirleri benim için daima kıymetli olan arkadaşım Osman Ağırman bana iki tane mesaj gönderdi.
Biri Aliya İzetbegoviç’in sözü.
Aliya, benim gözümde, -bütün diğer güzel vasıflarına ilaveten- Dakar’a İslam Konferansı’na giderken pantolonunun altına çizgili pijama giyen ve pijamasının paçalarını çoraplarının içine sokan adamdır.
Allah’ın ümmete armağanıdır. Bizim 20. yüzyılımızın yüz akıdır.
Ne dese eyvallah.
Diyor ki Aliya:
“Müslümanlar, Kur’an hayata nasıl uygulanacak sorusundan kaçmak için Kur’an’ın nasıl okunması gerektiği hususunda geniş bir ilim ürettiler.”
İkinci mesajda, bir başka ‘öğretmenimiz’in, Merhum Ali Şeriati’nin imzası var.
(Ali Şeriati’den öğrendiklerim arasında insanların türlü hallerini anlamamızı kolaylaştıran ‘İnsanın dört zindanı’ özel bir yere sahiptir.)
“Okuyan okuduğunu anlamıyor. Dinleyen dinlediğini anlamıyor. Geriye ne kalıyor? Hafızın sesi güzel mi?”
Yazımda Kur’an’ın anlaşılmasına mani bir şey yoktu, hatta, verdiğim misallerden bir iki tanesinde olayın kahramanları dinledikleri ayetleri anlıyordu.
Ben de, Osman’ın, Kur’an tilavetinin tamamen lüzumsuz bir eylem olduğunu düşündüğünü zannetmiyorum.
Ancak, bu mesajları vesile edip bir bahis açabiliriz.
Evet, Kur’an’ın anlaşılması çok önemli, vazgeçilemez ve asla ikame edilemez. (Yani yerine bir şey konulamaz.)
Hepimizin, Kur’an-ı Kerim’i anlamakla ilgili bir fikri hatta bir öyküsü vardır.
Ben kendiminkileri dökeyim ortaya.
Şimdi yerim bitti. İnşallah başka zaman.