İmam-Hatipler ‘meslek okulu’ olmaktan çıktı
İmam-Hatip Okulları’nın başlangıçta, o zamanki müfredatı sebebiyle değil, okula gelen öğrencilerin okul dışında, eski müderrislerden, eski mollalardan aldıkları eğitim sayesinde cami cemaatini tatmin edecek evsafta mezunlar verdiğini, önceki iki yazımda anlatmış oldum zannediyorum.
Bizim okuduğumuz dönemde, mezunların bu vasıflarında gerileme oldu.
Mesela, bizim sınıfımızda, Kur’an-ı Kerim’i yüzüne okumakta zorluk çeken arkadaşlarımız vardı. (Yüzüne okumak: Sayfaya baka baka okumak. Sayfadan okumak.)
Benim gibi, ezberi zayıf olanlar da vardı.
Mesela ben, Yasin-i Şerif’in birinci sayfasını ezberlemiştim ama, öteki sayfalarım haşlak bile sayılmazdı.
Haşlak ne demek?
Bir yeri ezberlemek için çalışırsın çalışırsın. Öyle bir noktaya gelirsin ki, biraz daha çalışınca kafana yerleşecek.
İşte, tam ezberlemediğin ama yüzüne okurken çok rahat okuyabildiğin sayfa, ‘haşlak’tır.
Yani, henüz pişmemiş. Sadece haşlanmış.
Ben, Yasin-i Şerif’i, mezun olduktan çok sonra ezberledim.
Dedem vefat ettiğinde, dedemin naaşının başucunda Yasin’i yüzüne okudum. Benden sonra, köyden bir komşumuz, kasketini ters çevirip, euzü besmele çekip ezbere Yasin okuyunca utandım.
Bunun üzerine birkaç gün çalışıp ezberledim.
Fakat hafızlar da vardı sınıfımızda. En iyisi İsmail Kaya’ydı. En yakın arkadaşım Yusuf Er de hafızdı. Dahil Çıkıkçı’yı da hatırlıyorum. Bir de Nurettin vardı. Soyadı şimdi aklıma gelmiyor.
Yani, aralarında cemaati tatmin edecek arkadaşlar vardı ama, çoğumuz –aynı kelimeyi yine kullanayım- ‘haşlak’ mezunlardık.
Biraz da ‘politize’ olmuştuk.
Biraz mı?
‘Biraz’dan çok fazla.
Geceleri afişe yazıya çıkmak, mitinglere gitmek, akşamları dernek lokallerine, MTTB’ye gitmek, Milli Selamet’in seçim çalışmalarına katılmak...
Ülkücü arkadaşlarımız da Ülkü Ocakları’na veya MHP’nin seçim çalışmalarına katılıyordu.
Bizden önce, abilerimiz, lise fark derslerini vererek değişik fakültelere gidebiliyordu.
Bizim dönemimizde üniversiteyle aramızda bir engel kalmadı. Puanı alınca istediğimiz üniversiteye girer hale geldik.
Ben o sene İstanbul Eczacılık’ı kazandım.
Eczacılık’ı, girmek istediğim okulları yazarken, rahmetli Anneciğim, “Oğlum, eczacılık güzel meslek, eczacılığı da yaz” dedi diye yazdım. Puanım yüksek geldi. Mecburen, girdim Eczacılığa.
Siyasetle çok içli dışlı olmamız şöyle bir bakışı da beraberinde getirdi.
‘Ben İmam-Hatip’e imamlık yapmak için gelmedim. Üniversite okuyacağım. Artık kısmetimiz nereden açılırsa, öyle bir hayatımız olacak.’
İyi bir okul. Hadisten, tefsirden, Kur’an’dan, Siyer’den birazcık Arapça’dan haberdar olabileceğin bir orta öğrenim kurumu.
Hiçbir şeyi tam öğrenemezsin.
Ama, şu andığım dersler ve bunlara dair kavramlar hakkında bir fikir edinirsin.
Kendi kültürüne yabancı olmazsın.
İstersen, İlahiyat’a, Yüksek İslam Enstitüsü’ne veya İslami İlimler Akademisi’ne giderek İmam-Hatip’te aldığın bilgilerin üzerine daha esaslı şeyler inşa edebilirsin.
Ya da gider tıp okursun, fizik okursun, mühendislik okursun, siyaset, hukuk okursun.
Çokları için buydu İmam-Hatip.
Yani, okulun ilk kuruluşundaki beklentiler, hedefler, değişmişti artık.
İşin gerçeği, İmam-Hatip okulları, önceliği ‘imam ve müezzin’ yetiştirmek olan tipik bir ‘meslek okulu’ olmaktan çıkmıştı.
‘İmam-Hatip mezunları imam olmayacaksa bu kadar İmam-Hatip okuluna ne lüzum var’ veya ‘Kızlar imam olamadığına göre, niye kızlar İmam-Hatip’e gidiyor?’ şeklindeki ilk bakışta tutarlı görünen ama bize çok saçma gelen sorular bu dönemde tedavüle girdi.
Halbuki biz, arkadaşlarımız, velilerimiz, imamlığı bir hedef olarak seçmemekle birlikte, okulun müfredatından memnunduk.
Oğlum, kızım doktor olsun, avukat olsun ama, Allah’ını, Peygamber’ini, Kitab’ını da bilsin.
Ben memnunsam, anam babam memnunsa, sana ne benim okuduğum okuldan?
Eni konu, bu iki yaklaşımın boy ölçüştüğü bir noktaya geldik.
28 Şubat, ana-baba gözetmeden, hatır matır dinlemeden, geldi, çöktü İmam-Hatiplerin üstüne.
Ama nasıl bir çökme!
Devam edeceğiz.
Biraz yavaş ilerliyoruz ama, ilerliyoruz.