‘Ey yeşil sarıklı hocalar bunu bana öğretmediniz’
Hızırla Kırk Saat’te şairin ruhuna düşen, kesintisiz bir ilham hüzmesidir.
Başka şiirlerde de ‘ilham’ mutlaka var. Fakat, ‘Hızırla Kırk Saat’te Musa ve Hızır kıssasındakine benzer bir ‘musahabe’dir şahit olduğumuz.
İnsanlığın öyküsünü oradan okuyabilirsiniz.
Bizim öykümüzdür o. Bizim medeniyetimizin bilgisiyle ve bizim lisanımızla yazılmıştır.
Peygamberler ve veliler, İbrahim, İsa, Şuayb, Ashab-ı Kehf, Fetih, Miraç, Şakku’l Kamer, Mesih...
Ve şairin tanıklık ettiği çağ.
“Her evde kutsal kitaplar asılıydı/Okuyan kimseyi görmedim/Okusa da anlayanı görmedim”
Bilginin, daha yerli yerinde bir kelimeyle, ‘Hikmet’in insandan saklanışı.
“Ey yeşil sarıklı hocalar bunu bana öğretmediniz
Bu kesik dansa karşı bana bir şey öğretmediniz
Hükümdarın hükümdarlığı için halka yalvardığı
Ama yine de eşsiz zulümler işlediği vakitlere erdim
Bunu bana söylemediniz
Kardeşim İbrahim bana mermer putları
Nasıl devireceğimi öğretmişti
Ben de gün geçmez ki birini patlatmayayım
Ama siz kağıttakileri ve kelimelerdekini ve sözlerdekini nasıl sileceğimi öğretmediniz”
***
Bu mısralar bütünden haber veren bir numune olarak kabul edilsin. Hızırla Kırk Saat’teki öykü, bir seyir ve süluku anlatıyor aynı zamanda.
Taha’nın Kitabı ve Gül Muştusu’nda devam eder bu süluk.
Vahyin gelişinin anlatıldığı mısralar belki de Hızır’la Kırk Saat’ten taşmıştır.
“Bir tavandan geliyor ses/Bir duvardan geliyor/Dört bir yandan geliyor/‘Oku Rabbinin adıyla’”
Ve, Sezai Karakoç dahil, bütün şairlerin diline çok yakışan yakarışlar:
“Yetiş ayağının tozu olduğumuz Peygamber
Yetiş her zaman diri olan varlığınla
Yetiş yak lambamızı
Yetiş dirilt insanımızı
Seni sevenin ismiyle yetiş bize
Yetiştir bize
Günahlarımızı kül edecek ateş harmanını
Verim yağmuru insin ülkemize
Mekke’ye Medine’ye Şam’a
Kudüs’e Badat’a İstanbul’a
Semerkand’a Taşkent’e Diyarbekir’e
Yetiş Peygamber imdadı yetiş
Yetiş Allah’ın izniyle”
Zamana Adanmış Sözler’in ilk şiiri, şiirimizin abidelerinden biridir.
Süleymaniye’ye veya Selimiye’ye baktığınızda bir hayranlık duyarsınız.
Taştandır onlar. Ama bir ruh görürsünüz. Sanatkarın taşa işlediği bir ruh.
Şiiri kelimelerden yapılmış abideler olarak düşünürüm bazen.
“Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine” şiiri, işte böyle bir abide şiirdir.
Dünya, nasıl ‘Ahiret’te devam ediyorsa, bu şiirde de, sıla özleminin dünyadan ahirete doğru geçtiğini görürsünüz.
“Bana ne Paris’ten/Avrupa’nın ülkü mezarlığından/Moskova’dan, Lonrda’dan Pekin’den” derken, şairin bir İstanbul imasında bulunduğu hissedilebilir.
***
Ne güzel yakarış:
“Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da”
Muhteşemdir bu şiir. Başından sonuna kadar.
Bu bölümü, bu şiirin finaliyle tamamlayalım.
“Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır
Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır
Aşk celladından ne çıkar madem ki yar vardır
Yoktan da vardan da ötede bir Var vardır
Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır
O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır
Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır
Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır
Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır
Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır
Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır
Göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır
Senden umut kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır
Sevgili
En sevgiyi
Ey sevgili”