Dünyayı kurtarmak bizi aşar
Dünyayı kurtarabilirdik. Öyle ümid ediyorduk.
Önemli sorularımız vardı. Bu önemli sorulara sağlam cevaplarımız vardı.
Bu sorulardan başka soru, bu cevaplardan başka cevap olabilir miydi? Mümkün değil!
Kimsenin kaçacak yeri yoktu.
Ne bizim ne başkasının.
Her şey dört dörtlük olunca dünya niye kurtulmasın?
Böyle düşünürken cebimizde metelik yok.
Simit bulsak gazoz bulamıyoruz. Öyle bir vaziyet.
Her birimizin kemikleri sayılıyor. Çıta gibiyiz. Göbeğimiz pörtlemiş, ne yağ ne bir şey!
Fasulye biliriz, ekmek biliriz, çorba biliriz. Protein, karbonhidrat, insülin, kolesterol, anlamayız.
“Gözlerimiz uykulu, karınlarımız şiş” değil yani.
Fakat yere nasıl da sağlam basıyoruz!
Ne kadar da doğru konuşuyoruz!
Attığımız sloganların içi taş gibi dolu. İçinde zerre kadar yabancı madde yok.
Hiçbir şey istemiyoruz. Aha, gömleğimizden, pantolonumuzdan ve hırpalanmış ayakkabılarımızdan “variyet”imiz yok ve dünyadan böylece gitmeye hazırız. (“Variyet” galat. Fakat kullanıldığına rastladım. Ben de kullanmış oldum!)
O günlerimize ait herhangi bir dakikayı ilaç edip minik bir şişenin içine koymak mümkün olsa o ilaç bugün bütün hastalıklarımıza şifa olurdu.
Gözlerimiz temizdi.
Var idiyse bile biz görmüyorduk ortalıkta dolaşan kelimelerin içindeki fitneyi, fesadı.
Zamanla fark ettik ki her şey, bizim gördüğümüz kadar güzel değilmiş.
İyi mi oldu kötü mü, bilemem, bütün o temiz şeylerin süfli maksatlara sermaye yapıldığını görme kabiliyetine sahip olmak.
Gözlerdeki parıltı “Rahmani” mi şeytani mi? Bunu fark edebilmek.
Dünyanın kurtulmasını yine istiyorum.
Dünyanın iyi bir yer olmasını. İnsanların kötülük yapmamasını, çünkü kötülüğe lüzum yok. Kötülük olmasa kötüler için de, iyiler için de dünya daha güzel olur.
Bunun için ne yapabilirim?
Dünyayı kurtarma işinin benim kapasitemi çok çok aştığının artık farkındayım.
Cürmüm kadar katkıda bulunabilirim.
Kendim, kötülük yapmam.
Oğullarıma, kızlarıma kötülük öğretmem.
“Helal”i öğretirim.
“Hakk”ı, “adalet”i öğretirim.
“Ahiret”i öğretirim.
Onların, başkalarının hakkında gözleri olmaması için... Kötülüğe maruz kalsalar bile iyi olmakta ısrar etmeleri için uğraşırım.
Öyle ki kötülükle karşılaştıkları zaman şaşkına dönsünler. Sukutu hayale uğrasınlar.
Kötülükten, “münker”den daha çok soğusunlar. İkrah etsinler.
Alem aksini amir olsa da iyilikte direnebilsinler.
Böylece, kendi kapımın önünü süpürmüş olurum.
Hiç olmazsa kendi muhitimde temiz hava teneffüs ederim.
Aklımın erdiği, takatimin yettiği kadar bunu yaparım.
Benim sözüme kulak verip dinleyen olursa onlara da böyle söylerim.
Şimdi, bunları yazarken, yazdıklarımı başarıp başaramadığımı sorguluyorum.
Anlıyorum ki bu kadarını bile başarmak Uhud Dağı kadar büyük işmiş.
Çok noksanım var.
Öyleyse sus, lafı uzatma!
Sustum.
Şimdi galiba gündemin dışına çıkmış oldum.
İyi de yaptım.
Başlarken, “dünyayı ne hale getirdiğimizi” sormayı, bunun cevabını aramayı düşünüyordum.
Cümleler birbirini takip etti, yazı yoldan çıktı buraya kadar geldi.
(Hakkaniyet gereği şu parantezi açmam gerekiyor: Yok mu şimdi temiz, dupduru insanlar? Var. Herkes, o şifalı ilacı kendi nasibi kadar tadıyor. Yoksa kim çıkacaktı darbe gecesi sokaklara? Kim levyeyi savuracaktı savaş uçaklarına? Mesele, bizim o nezahate layık olmamız. Layık mıyız?)