Avrupa’ya aşık mıyız?
Zeus Avrupa’ya aşık olmuş. Öküz kılığına girmiş, Avrupa’nın görebileceği yerlerde otlamaya başlamış.
Avrupa öküzü görmüş. Beğenmiş. İlgilenmiş.
Öyle ki, bir ara öküzün sırtına binmiş.
Vee… Bunu fırsat bilen öküz kanatlarını çıkarmış, havalanmış.
Avrupa’yı Girit’e kaçırmış.
Girit’te iniş yaptıktan sonra Avrupa’ya ilan-ı aşk etmiş. Fakat aşkına karşılık bulamamış.
Bir diğer rivayette Avrupa öküz uçunca korkmuş. Öküzün sırtından aşağı atlamış.
Süzüle süzüle yere inmiş.
Avrupa’nın toprağa ayak bastığı yere işte bu yüzden Avrupa deniliyormuş.
Güzel hikaye değil mi?
Bu hikaye Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’ın ‘Ben, Öteki ve Ötesi’ kitabında daha derli toplu anlatılıyor. (Bu kitaba bir ara etraflıca değineceğim. Şu anda okuyorum.)
Bunların aslı astarı yoktur.
Öküz nasıl kanatlansın?
***
Bizim lisanımızla ‘Esatiru’l Evvelin.’
En basit çeviriyle ‘eskilerin masalları.’ Tedavüldeki adı mitoloji.
Elbette Batı kültürünün köklerini okumamıza yardım edecek esaslı bir kaynaktır mitoloji. Yani anlamsız değildir.
Biz aşık mıyız Avrupa’ya?
Eski kitaplarda böyle bir ‘aşk’ bulamadım.
Doğru, Attila Roma’ya kadar inmiş. Oğuzlar, yani biz, Maveraünnehir’den kalkıp sürekli Batı’ya yürümüşüz.
Tarık Bin Ziyad, boğazı geçince mücahitler geri dönmeyi düşünmesin diye kendilerini Avrupa sahiline taşıyan gemileri yakmış.
Müslümanların Sadr-ı İslam’da, Batı’ya, Mağrib’e kadar ve Doğuya Maçin’e kadar yürümelerinde aşk elbette var.
Ama bu başka türlü, mitolojinin ihata edemeyeceği bir aşk.
İki medeniyet arasındaki farkı ararsanız iki aşk arasındaki farkta da bulabilirsiniz.
Avrupa’yı umursamamışız uzun zaman.
Sonra kendilerini bize umursatmışlar. Ülkemize müteaddit seferler yapmışlar. Malum, Haçlı Seferleri.
Bazen kavga ederek ilişki kurmuşuz bazen anlaşarak.
Biz tarihin bir döneminde liderliği kaybettik.
Batı sömürgecilikle sınırsız kaynaklara ulaştı. Öyle bir noktaya geldik ki artık onlarla baş edemez olduk.
18. ve 19. yüzyıllardan itibaren Batı’ya karşı duygularımız hayranlığa dönüştü.
20. yüzyılda mağlup olduk.
Artık kompleksliydik.
***
Bizim AB maceramızda bu ‘komplekslilik’ halinin tezahürleri çoktur.
‘Diriliş’, yani üstad Sezai Karakoç’un inşa ettiği medeniyet perspektifi Batı’yla aramızdaki ilişkiyi doğru bir şekilde yorumlamamız için çok iyi bir rehberdir.
Karakoç’un kırık dökük, -utanarak söylüyorum- devamsız bir talebesi olmak bile şu bakış açısını verir:
Biz farklı bir medeniyetin mensubuyuz.
Avrupa’ya intisab etme çabası bizim için züldür.
Her ne kadar bugün toplumlarımızın ahval-i perişanı medeniyetimiz hakkında fikir vermekten uzaksa da kendimizi onarabiliriz.
Böyle bakmakla beraber Türkiye’nin AB vizyonunu hepten lüzumsuz görmedim.
Muhtemelen hiçbir zaman girmeyeceğiz merhum Erbakan’ın tabiriyle ‘Batı Kulüp’e.
Ama bu bahaneyle bazı işlerin düzelmesi faydadan hali değildir.
İşkence kalksın. Gıda standartları, tüketici hakları… Bizim kendi irademizle düzeltemememiz ayıp; ama benim ayıbım değil ki idarecilerimizin ayıbı, ne yapalım AB bahanesiyle bari düzelsin.
Bunu sakıncalı bulmadım.
Bir dil var: AB bizi almıyor. Ama niye almıyor ki? Ah! Almayacak! Falan filan.
Böyle şikayetlenmeleri hep garipsedim.
Bu sıralar Avrupa ile aramızdaki duvarlar hızla yükseliyor.
Bir taş onlar koyuyor, bir taş biz.
Fazla yüz-göz olmak, hayran olmak, komplekse kapılmak yakışıksız.
Fakat duvar aşılamaz hale gelince mesut mu olacağız? Zannetmiyorum.
Kapıyı kapatınca kendi hareket alanımız da daralır.
Doğru olan ‘medeni’, seviyeli bir ilişkidir.
Böyle bakmak son zamanlarda resmen benimsediğimiz ‘düşman azaltma, dost çoğaltma’ politikasına daha uygundur.