Yerli, milli sarıklı bir ihtilalci

“Müşkilat-ı hazıra pek büyüktür, lakin çaresi pek kolaydır. Yarın nüshanızda cümlenin müsaadesiyle bu çareyi kısacık şerh ve beyan edeceğim.”

19 Mayıs 1878 günü Basiret gazetesinde çıkan yazıda bahsedilen ülkenin içinde olduğu müşkilat gerçekten pek büyüktü, devletin bekası sahiden tehdit altındaydı.

Osmanlı, 93 Harbi olarak bilinen savaşta Ruslara yenilmiş, Rus ordusu İstanbul’un surlarının dibine, Yeşilköy’e kadar gelmiş (doğuda Erzurum’a kadar) gelmiş, çaresiz kalan 2. Abdülhamit, ağır şartlar içeren Ayastefenos Anlaşması’nı imzalamış, Balkanlar kaybedilmiş, yüzbinlerce mülteci İstanbul’a akmıştı.

Ertesi gün gazetede bu “büyük müşkilattan” pek kolay olan kurtuluş çaresini yazacağını vaat eden yazar, başta Ayasofya olmak üzere İstanbul’un selatin camilerinde verdiği ateşli hutbeler ve vaazlarla halkın yakından tanıdığı ve ne diyeceğini merakla beklediği bir isimdi; Ali Suavi.

Geçen hafta İngiliz asıllı 53 yıllık eşi üzerinden yılların Milli Görüşçüsü 77 yaşındaki Saadet Partisi Lideri Temel Karamollaoğlu’nu İngilizlerin büyük oyunlarına bağlamaya çalışan ahlaksız trollerden birinin aklına, milli spor haline gelen Abdülhamit analojisi gereği Ali Suavi’nin eşinin de İngiliz olduğu gelince yeniden hatırlandı. Temel bey gibi o da yine hak etmediği cahilce lafların hedefi oldu.

Genç yaşta dini ilimlere hakimiyeti, İstanbul camilerinde verdiği vaazlardaki etkileyici hitabeti ile şöhreti yayılmış Hacı Ali Efendi, 18 yaşında kendi başına zorluklarla hacca gitmesi, az uyuması, çok çalışması yüzünden “zorluklara dayanan” anlamına gelen “Suavi” adıyla nam salmıştı.

Tanzimat yıllarında yazmaya başladığı Muhbir gazetesinde ve cami kürsülerinde hedefinde Belgrad kalesini teslim eden, Mısır meselesini çözemeyen, otoriterleşen, adaletten sapan, frenk mukallidi olmak suçladığı Tanzimat yönetimi vardı.

Namık Kemal, Ziya Paşa ile birlikte Osmanlı’da meşruti bir yönetim kurularak anayasa ilan edilmesini ve bir Meclis açılmasını savunan gizli Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin üyesiydi. Ama kürsülerdeki ve gazetedeki muhalifliği diğer arkadaşlarıyla birlikte onun da gizliliğini açığa çıkarmış, Mustafa Fazıl Paşa’nın finansmanıyla diğer cemiyet üyeleriyle birlikte 1867’de Londra’ya kaçmışlardı.

Orada elleriyle yazdığı, tek başına çıkardığı Muhbir gazetesinde ve Namık Kemal ve diğer arkadaşlarının çıkardığı Hürriyet gazetesinde yazılar yazdı.

Ama Londra’ya kaçıp gazete çıkaran muhalifler deyince bugün herkesin aklına geldiği gibi yazılar değildi bunlar.

Bir yazısında 150 yıl sonra hala devam eden bu muhtemel suçlamalara karşı şöyle yazmıştı:

“Gerek milletimiz, gerekse Avrupalılar şehadet ederler ki bir seneden beri çıkmakta olan Muhbir gazetemiz Osmanlı gazetesi olup Osmanlı olmayanlara muvafakat etmeye tesadüf bile etmedi. Yalnız biz ki Osmanlıyız, memleketimiz ki hanemizdir. İşte kendi hanemize salah kastı ile nasihat ettik ve itiraz eyledik. Lakin ne vakit ki yabancılar dahi itiraz etmek istediler, derhal yabancılara hücum gösterdik. Kendi hanemiz aleyhine yabancılarla ittifak etmedik.”

Anlaşılır bir Türkçe ile yazılan gazeteler, yasadışı yollardan Osmanlı topraklarına sokuluyor, bazen ederinin bir kaç katı fiyata satılıp elden ele dolaşıyordu.

Ama Ali Suavi gazete çıkarmak dışında, Londra’da Osmanlı’yı savunan bir lobi kurmaya çalışmış, yine dış politikada Osmanlı’nın haklılığını savunan İngilizce yayınlar yapmıştı. Bu çabaları sırasında onu Yeni Osmanlılar’dan koparacak bir isimle tanıştı.

David Urquhart, 1820’lerin sonunda itibaren İstanbul’da da görev yapmış muhafazakar eski bir İngiliz diplomat ve düşünürdü. İstanbul’daki günlerinde adalet anlayışından, İslam dininden, toplumsal yapısından etkilendiği Osmanlı ruhunun Batı’ya bağımlı politikalar, modernleşmeyle yok olmaması gerektiğini savunmuş, bu görüşlerini de “Doğu’nun Ruhu” adıyla bir kitapta toplamıştı. Urquhart’ın bir diğer hassasiyeti de Rus yayılmacılığına karşıydı. Kırım Savaşı’nda kurulan ittifakın sürmesini, Rusya’ya karşı Osmanlı korunmazsa, Rusların Avrupa’yı da tehdit edeceğini savunuyordu. Yeşilli, sarı yıldızlı Kafkas bayrağı onun çizimiydi.

Kurduğu Dış İşleri Komiteleri adlı 21 şubeli kulüp yıllardan beri İngiltere’de Osmanlı için lobicilik yapıyor, padişahlara, sadrazamlara ve şeyhülislama mektuplar göndererek Osmanlı elitlerini Avrupa’da Osmanlı aleyhine çevrilen entrikalara, kurulan dış borç tuzaklarına, Rus tehdidine karşı uyarmaya çalışıyorlardı.

Urquhart “Avrupa’nın bütün pisliklerine bulaşmış, Türklüğünü kaybetmiş” dediği Mustafa Fazıl Paşa ve Yeni Osmanlıların ideallerine karşı da eleştireldi.

Onun bu görüşlerinden etkilenen Ali Suavi için de artık mesele hürriyet, meşrutiyetten daha çok bağımsızlık, devleti ayağa kaldırmak haline gelmişti. Bunun için güçlü ve dış etkilere karşı dirayetli bir yöneticiye ihtiyaç vardı. Önce Yeni Osmanlılardan koptu, Paris’e gitti. Daha sonra 1876’da bu vasıfları bulduğu 2. Abdülhamit’in davetiyle İstanbul’a döndü.

Abdülhamit onu önce sarayın baş kitapçısı ve şehzadelerin hocası yapmış ardından ise Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi) müdürlüğüne getirmişti.

Ülkenin en batılı okulunun başına getirilen Ali Suavi, radikal değişikliklere gitmiş, okulu Türkleştirmeye ve İslamileştirmeye çalışmıştı. Ama bu “yerli ve milli” hamlelerinde karşısında Abdülhamit’in epey Batıcı ve laik fikirleriyle bilinen Eğitim Bakanı Münif Paşa’yı bulmuştu.

Ama esas tehlikeli düşmanlığı o günlerde Vakit gazetesinde İngiltere aleyhine yazdığı yazılarla kazandı. O yıllarda İstanbul’un en güçlü ismi İngiltere Büyükelçisi Henry Layard’dı. Her ne kadar dizilerde anlatılmasa da 1880’de Disraeli iktidarı yıkılıp yerine Goldstone hükümeti gelinceye kadar 2. Abdülhamit için İngiltere en vazgeçilmez müttefikti. İngiliz elçisinden gelen bir isteğin reddedilemeyeceği günlerdi.

Büyükelçi Layard, Sadrazam’dan Ali Suavi’nin görevden alınmasını istemiş ve sözünü almıştı. Nihayet, 14 Aralık 1877 günkü Londra’ya geçtiği raporunda İngiliz elçi “Ali Suavi’nin okul müdürlüğünden alındığını, Bombay’a elçi olarak tayinini de engellediğini” yazdı.

Bir İngiliz komplosuyla işsiz kalmış Ali Suavi, Ayasofya kürsülerinden vaazlarına devam etmekte, gazetelerde artık daha da ateşli yazılar yazmaktaydı.

Artık hedefinde anlaşıp ülkeye döndüğü İkinci Abdülhamit vardı. Çünkü Abdülhamit savaşta Ruslara teslim olmuş, halifelik makamı dolayısıyla koruması gereken Balkanlardaki Müslümanları kaderine terk etmiş, o yüzden dinen itaati hak etmeyen bir sultandı artık. Ona isyan da haktı.

Ayasofya’da cami kürsüsünden halka şöyle seslenmişti:

“Ey adalet isteyenler! Sümüklü böcekler gibi başınız saklayarak gezmek isterseniz hiçbir vakitte zalimler size baş çıkarttırmayacaktır. Eğer Selman ve Bilal gibi merd-i meydan olursanız, salimlere karşı durursunuz, insansınız, hürsünüz”

Koşullar ağırdı, ülkenin durumu berbattı, Ali Suavi de “Emr-i bil mar’uf neyh-i ani’l münker emrinden hareketle halkı açıkça isyana çağırıyordu:

“İcrayı adalet etmek hükümetin en büyük ve birinci vazifesidir. Çünkü sebebi teşekkül ve bekasıdır. Devlet bu vazifesini düşünmezse ahali bittabi düşündürmeğe mecbur olur. Eğer idare anlamak istemezse tebaa hakkını zorla alacaktır.”

Ama sadece lafta kalmadı.

19 Mayıs günkü gazetede ertesi gün açıklayacağını söylediği pek kolay çareyi 29 Mayıs 1878 günü bizzat fiiliyata geçirdi.

Daha önce müderrislik yaptığı Filibe’den tanıdığı, savaş yüzünden İstanbul’a gelmiş 1000’e yakın taraftarıyla Kuzguncuk’tan takalara binip, Çırağan Sarayı’nı bastılar. Nöbetçileri etkisiz hale getirip, Abdülhamit’in 73 günlük saltanatından sonra akıl sağılığı bozulunca yerine geçip, sarayında hapsettiği ağabeyi Sultan Murad’ın haremine kadar ulaştılar. Ali Suavi, tekrar tahta oturtmak istediği Sultan Murat’ı kolundan tutup “Sultan Murat çok yaşa” bağırtıları arasında dışarıya çıkarmaya çalışırken, kafasına sert bir sopayla vuruldu. Sopayı vuran Beşiktaş Zabıta Amiri, okuma yazma bilmediği için imzasını 7-8 rakamlarıyla atan 7-8 Hasan Hasan Paşa’ydı.

Ali Suavi’yi tanımıyordu ama onun grubun lideri olduğunu düşünüp, başına vurmuştu.

Baskın Abdülhamit’in endişelerini artırmış, olayın arkasında kim olduğunu, daha büyük bir komplo olup olmadığını ortaya çıkartmak için Divan-i Harp soruşturması başlatmıştı. Soruşturma sırasında paşalar birbirini ihbar ediyor, güven bunalımında herkes düşmanlarının ayağını kaydırmaya çalışıyordu.

Baskını en yakın takip edenlerden biri de İngiliz Büyükelçiliği’ydi. Hemen olay günü Londra’da Dışişleri’ne Bakanı’na olan biteni telgrafla bildiren elçi Layard, “Lordum, eminim Ali Suavi ismini hatırlamakta güçlük çekmeyeceksiniz. Hani bir süre önce Galatasaray Koleji müdürlüğünden azlettirmeyi başardığım adam” demişti.

Beş gün sonra Londra’ya gönderdiği raporda ise hadise üzerinde sarayda 2. Abdülhamit’le yaptığı bir görüşmeyi anlatıyordu:

“Sultanı gördüm. Onu bu hadisenin tesiriyle çok hasta, gerilimli buldum. Kendisi başvekil Sadık Paşa’ya tamamen benim tavsiyelerim doğrultusunda hareket etmesini emretti. Ümit ediyorum ki taslak yarın imzalanacaktır”.

Büyükelçi Layard’ın bahsettiği taslak, Padişah 2. Abdülhamit’e sunulmuş bir anlaşma teklifiydi. 2. Abdülhamit, günlerce uyumamış, vesveseleri artmıştı. Rus tehdidi, ölen binlerce insan için halkta biriken öfke ve son olarak darbe teşebbüsüyle kendini güvende hissetmiyordu.

Güvenlik için elçiden Osmanlı-Rus savaşı için İzmit körfezinde bulunan İngiliz Helicon zırhlısının Çırağan önlerine getirilmesini istemişti:

“Sultan iki gün önce benden Helicon’un getirilerek Ortaköy önünde demirlemesini istedi. Çünkü o komplonun göründüğünden daha ciddi olduğuna inanıyor.” (28 mayıs 1878- Büyükelçi Layard)

Ama halkın İngiliz zırhlısını Boğaz’da sarayın önünde görmesinden memnuniyetsizliğini duyan Abdülhamit iki gün sonra zırhlının çekilmesini istedi.

29 Mayıs günü bir kere de Büyükelçi Layard’ı Saray’a çağıran Sultan bu kez onunla Sadrazam olmadan, yalnız görüşmek istemişti. Layard’ın bu görüşmeyle ilgili Londra’ya gönderdiği uzun raporun özetini eski Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in Ali Suavi ve Dönemi kitabından okuyalım:

“Sultan ölümden korkmadığını, fakat hayatın geri kalan kısmını çoluk çocuğundan ayrı, zindanlarda, hürriyetinden mahrum olarak yaşamaya tahammül edemeyeceğini söylemiş ve Layard’dan böyle bir durumda, yani öldürülmek istenmesi veya ülkeyi terke zorlanması halinde kendisini ve çoluk çocuğunu himaye edip edemeyeceğini, ülkeden kaçmalarına yardımcı olup olmayacağını sormuştur.”

Ama soruşturma sonucunda baskının arkasında başka kimse olmadığı, Sultan Murat’ın olan biteni bilmediği ve baskına katılanların ¾’ünün Filibeli göçmenler olduğunu öğrenen Sultan rahatlamıştı.

Fakat bu rahatlama, kendisini ve ülkeyi tehlikede gördüğü günlerde, ülkeyi Rus saldırısından, sarayı da benzer girişimlerden korumak karşılığında İngiliz elçinin Akdeniz’den Osmanlı topraklarını savunma bahanesiyle istediği Kıbrıs’ı geri getirmeyecekti.

Verilen söz doğrultusunda 4 Haziran 1878’de imzalanan gizli anlaşmayla Kıbrıs geçici olarak İngiltere’ye verildi. Bu diplomatik başarısı yüzünden İngiliz elçi Layard, Kral tarafından en yüksek şövalye nişanı olan Banyo Nişanı ile ödüllendirildi.

Bu kriz sırasında Kıbrıs’ın elden gitmesine üzülen Abdülhamit, Çırağan Baskını’nın Kıbrıs’ın İngilizlere verilmesi için bir kumpas olmasından şüphelenmişti. Muhtemelen o şüphe Ali Suavi’nin İngilizlerin hesabına çalıştığı söylentilerinin de çıkış noktası oldu.

Tabii bu iddiaya bulunan diğer “güçlü delil” Ali Suavi’nin Londra’ya gittiğinde tanışıp evlendiği İngiliz eşiydi; Marie.

Çırağan Baskını sırasında İstanbul’da olan Marie’nin İngiltere’de Bideford adlı küçük bir kasabada yaşayan ve olan biteni İngiliz gazetelerinden okuyan anne ve babası kızları için endişelenip kasabadaki bir yetkiliye başvurmuşlardı. J. M.S Clarke adlı görevli, Dışişleri Bakanlığı’na mektup yazarak kadının durumu hakkında endişeli olan ailesine bilgi verilmesini istemişti. Bunun üzerine İstanbul’daki elçiliğe yazan Dışişleri Bakanı da bu konuyla ilgilenilmesini “Aslında bu hükümetimizin müdahale edeceği bir mesele değildir ana siz yine de kendisini arayınız” diyerek rica etmişti.

Elçilik kadını buldu ve iki gün sonra bir gemiyle İngiltere’ye dönmesini sağladı.

Yani Marie, ailesi bir kasabada yaşayan, İngiliz devletinin varlığından bir habersiz olduğu sıradan bir İngiliz kadındı. Ajan ya da resmi görevli değildi.

Bu hikayeden geriye ise sadece komplo teorileri kalmadı.

Ali Suavi’ye yerli ve milli fikirleri Londra’da aşılayan İngiliz muhafazakar ve romantik Türk dostu Urquhart, 1877 yılında Ali Suavi’nin akıbetini görmeden hayatını kaybetti. Cenazesine Abdülhamit de taziye mesajı göndermişti. Fakat ölmeden önce pek hijyen bulmadığı İngilizleri çok sevecekleri bir şeyle tanıştırmıştı; Türk hamamı. Hamamı çok seven İngilizler her yere Türk hamamları inşa etmeye başlamışlar, hatta Osmanlı’dan ustalar getirmişlerdi.

Çırağan’da tam Sultan Murat’ı kurtarırken Ali Suavi’nin başına sopayla vurup darbeyi engelleyen 7-8 Hasan Paşa’ya ise ödül olarak hala Beşiktaş çarşısında onun adıyla anılan bir fırın hediye edildi.

Acıbadem kurabiyesi özellikle tavsiye edilir.

(Bu yazıdaki bilgilerin kaynağı ve Ali Suavi üzerine daha çok okumak isteyenler için eski Milli Eğitim Bakanı Doç. Dr. Hüseyin Çelik’in İletişim Yayınları’nın bastığı müthiş kitabı Ali Suavi ve Dönemi herkese tavsiye edilir)

YORUMLAR (16)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
16 Yorum