‘Köy’ümüzden çıkmak...
Hintli yönetmen Night Shyamalan’ın 2004 yılında çektiği The Village (Köy) filmi bir ormanın içinde birbirleriyle uyum içindeki dindar küçük bir topluluğun yaşadığı Covington’da geçer. (Spoiler içerir)
Kıyafetlere ve kullanılan aletlere bakılırsa tarih 18’inci ya da 19’uncu yüzyıl olmalıdır.
Haftada bir kilisede buluşan topluluğun en yaşlılardan oluşan bir yönetici sınıfı vardır. Uyulması gereken ahlaki sınırlar ve kurallar keskindir.
O kurallardan en serti ise ormanla köy arasındaki sınırı asla geçmemektir. Çünkü ormanda tehlikeli yaratıklar yaşamaktadır ve onlarla sınırı geçmemek üzere anlaşma yapılmıştır. Ayrıca kırmızı renk de canavarları öfkelendirdiği için yasaktır.
Ama köyde doğmuş, büyümüş ve başka hiçbir yer görmemiş gençler zamanla ormanın dışında ne olduğunu merak etmeye başlarlar.
Onlardan en cesuru Lucius, bir gün sınırı aşıp ormana girince, intikam için canavarlar köydeki evlere, hayvanlara saldırır. Köylüler korku içinde kalmış, sınırın aşılmasına öfkelenmişlerdir.
Bu arada Lucius, köyün yöneticilerinden Edward’ın görme engelli kızı Ivy ile evlenmek üzeredir. Ivy’yi kıskanan akli dengesi yerinde olmayan Noah, Lucius’u yaralar. Tıbbi yardıma ihtiyaç vardır. Ormanı geçip, gereken ilaçları komşu köylerden almak üzere görme engelli Ivy gönüllü olur. Ormanda karşısına canavar çıkar. Onu atlatır, koşarken bir duvara gelip durur.
O anda köyün aslında bir milli park içinde olduğu ortaya çıkar. Zaman bugünlerdir.
1970’lerde şehirde işlenen suçlardan kayıplar yaşamış, insanlar bu ormanda kendilerine yeni bir hayat kurmuşlardır.
Köye gelen ilk nesil, o köyde dünyaya gelen ve başka hiçbir yer bilmeyen yeni neslin köyden dışarı çıkmaması için bir canavar hikayesi uydurmuştur. Köye ve Ivy’ye saldıran ‘canavar’ da, bir canavar kostümü giydirilmiş Noah’dan başkası değildir. Ne zaman köyün gençleri ormanın arkasında ne olduğunu merak etseler canavar ortaya çıkmakta, korku, merakı ve kurallara isyanı bitirip, tekrar herkesi bir araya getirmektedir.
Spoiler uyarısına rağmen buraya kadar okuyanlar sürpriz finali kaçırmış oldular, Ama finalini söylemeden de bu filmin bugün Türkiye siyasetini anlamak için ne kadar açıklayıcı olduğundan bahsetmek mümkün değildi.
Kimliğini ve bir arada olma iradesini korkular üzerine ve ötekine karşı inşa etmiş topluluklarda, bu korkuların zaman zaman hatırlatılması, öteki tehlikesinin güncellenmesi gevşeyen imanların tazelenmesine, bu korkuları yaşamamış yeni neslin topluluk içinde tutulmasına yardım eder.
Ve bu korkular filmdeki gibi uydurulmuş korkular da değildir. Topluluktaki herkesin hafızasında yer etmiş bu yaşanmış acı tecrübelerin hatırlanması bir zil çalmasına ve herkesin kendi güvenli cemaatinin kollarına koşmasına sebep olur.
***
İnsanın en ilkel güdüsü hayatta kalma isteğidir. Varoluşunun saldırı altında olduğunu hisseden insan akıl ve ahlakı bir tarafa bırakır ve hayatta kalmaya çalışır.
Okullarda okutulan Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisine göre de insanın dört temel ihtiyacı; fizyolojik ihtiyaçlar, güvenlik, aidiyet ve saygı görmektir. Diğer ihtiyaçlar bunlardan sonra gelir.
Yani bir ülkede insanlar varoluşlarını tehlikede hissediyorlarsa, saygı görmediklerini düşünüyorlarsa ideolojiler, ekonomik talepler, gelecek beklentileri artık orada lükstür.
Herkes kendini en güvenli ve saygın hissettiği, doğal habitusunun içinde yaşar, sosyal, dini, etnik kimliğine, cemaatine çekilir, siyaset de bu kimlikler etrafında oluşur.
Uzun yıllar Türkiye siyaseti de bu sosyal, dini, etnik kimlikler etrafında oluştu. Seçim sonuçlarını da bu kimlikler etrafında oluşmuş korkular, hatıralar, endişeler ve talepler belirledi. Türkiye’de bir partiye oy vermenin en büyük motivasyonu, çoğu kez diğer partiye oy vermemek oldu.
Şimdi bu sınırların kimseye yetmediği bir seçime gidiyoruz. O yüzden siyaseten değil, tarihsel, sosyolojik olarak da izlemenin çok öğretici ve keyifli olduğu bir seçim bu.
Matematik basit; kazanmak için toplumun yarısını ikna etmek gerekiyor. Sosyolojik üstünlük, en az yüzde 60’ının doğal olarak içinde yer aldığı Cumhur İttifakı’ndan yana.
Millet İttifakı’nın ise kazanmak için bu geleneksel kırılmaları aşması gerekiyor. Ama bu basit siyasi matematiği gören siyasetçilerin işi kolay değil. Çünkü ikna etmeleri gereken sadece yıllardır karşısında siyaset yaptıkları kesimler değil, yıllarca kimliklerini temsil ettikleri kendi tabanlarının da rızasını kazanmalılar.
Ama sadece etnik, dini, mezhepsel ayrılıklar değil, sınıfsal hınç ve rövanş hissi, kültürel aşağılık komplekslerinden gelen saldırganlıklar, hala canlı olan eski hatıralar, toplumun siyaseten ilkel güvenlik ve saygı görme dürtülerinden bir aşama yukarıya çıkmasını engelliyor.
Kendi cemaatinden bir adım dışarıya çıkmaya çalışanın karşısına canavarlar çıkarılıyor, toplum, korku tüccarları, eski kamplaşmaların sınırlarında bekleyen muhafızlar, itibarlarını bu kavganın mızrak ucu olmalarına borçlu olan radikallere kolayca teslim oluyor. Siyaseten öncelik sıralaması tekrar güncelleniyor.
İşte kısa bu seçim kampanyasının finalini de bu kısır döngünün kırılıp kırılamayacağı belirleyecek.
Ormandaki canavarlar sahte mi gerçek mi? Duvarın arkasındaki hayat içindekinden güvenli mi güvensiz mi?