Dünya tam olarak öyle bir yer değil
Türkiye’de herkesin zaten bir kanaatinin olduğu bir mesele hakkında gerçeği öğrenmeye çalışmaktan daha lüzumsuz ve tehlikeli bir iş yoktur.
Böyle zamanlarda gerçeği aramak lüzumsuzdur, çünkü etrafı örümcek ağı gibi sarmış faydalı yalanlarla kurulmuş dünyaları, faydasız gerçeklerle yıkamazsınız.
Günün sonunda işe yarayan yalanlar jet hızıyla yayılırken, kimsenin işine gelmeyen gerçeklerse yola katırlarla devam eder.
Aynı zamanda bu tehlikelidir, çünkü eğer gerçeğin peşinde koşmakta ısrar ederseniz, konfor bozukluğuna yol açmaktan rahatsızlıklara neden olup ve başınıza işler açılabilirsiniz.
Ve başınıza gelecek en kötü iş, söylediğinizin doğru olup olmadığıyla kimsenin ilgilenip ilgilenmemesi olmaz, bununla niye ısrarla uğraştığınız ile ilgili hakkınızda asla nüfuz edemeyeceğiniz şayialar, dedikoduların yayılması olur.
Ama bütün bu lüzumsuzluk ve tehlikeye rağmen gerçekten başka dostumuz yoktur. Faydalı yalanlar iyi gün dostları gibidir, bizi yarı yolda bırakırlar, sonunda da hayal kırıklıkları yaşatıp, çekip giderler. Hem de bizi gerçeklere hazırlıksız yakalatarak...
Sarı saçlım mavi gözlüm Trump ile ilgili faydalı yalanların sonu da nihayet böyle oldu.
Asgari bir ahlakı olan her insanın midesini bulandıracak karakteri, sözleri, davranışlarıyla, ABD’yi trollemek dışında kimseye bir faydası olmayacak bir karaktere, üstelik koltuğa oturur oturmaz işe yedi Müslüman ülkenin vatandaşlarına kapıları kapatmakla başlamış birine, “üst aklın”, “küreselciler”in, “korkunç liberaller”in planlarını bozan adam olarak bel bağlayanların bir kısmının aynı zamanda “ümmet” derdi olması ayrı bir trajediydi.
Ama onun bu aleni İslamafobisini protesto edenlere “Sorosçu”, “küreselci” diyenler burada da durmadılar.
Daha geçen hafta sağıyla soluyla İngilizlerin karşısında birleştiği marjinal ırkçı bir İngiliz grubun açık Müslüman düşmanı üç videosunu ard arda Twitter hesabından paylaşmasına neredeyse yokmuş gibi davranmakla yetinmediler, ses çıkaranlara da “şimdi sırası mı”, “başka işiniz yok mu”lar fırlatıldı, , haklarında “Kraliçe’nin adamlığı”ndan “Kripto”luğa kadar bin türlü şaiya yayıldı.
Hatta bazıları Kudüs kararından sonra bile bu rüyadan uyanmak istemeyip, Trump’ın “baskı altında”, “zorla”, içkisine ilaç katılarak ya da damadının kara büyüleriyle bu kararı aldığına inanmaya devam etti. Onlar için en azından yazarak yapılacak çok bir şey kalmadı.
Halbuki Trump, seçimden önce ısrarla bunu vaad etmişti ve biri damadı (ve kızı) olan kendisini hararetle destekleyen İsrail’deki Likud partisi yanlısı Musevi lobileri ve biri başkan yardımcısı olan milyonlarca Evanjelik Hristiyan seçmeni onun bu vaadini tutmasını beklemekteydi.
Siyasetçilerin omuzlarına binlerce yıllık tarihi ve kutsi görevlerin, davaların yükünü yükleyip, dünyaya da değişmez iyilerle değişmez kötüler arasında kıyamete kadar sürecek bir savaşmış gibi bakan ve bütün gerçekleri bu büyük hakikatin süzgecinden geçiren bu evanjelik dünya okuması bize de çok yabancı değil.
Amerikalı evanjeliklerin, Mesih’in gelişini kolaylaştırma yükünü ABD başkanının omuzlarına yükledikleri gibi, tarihsel hesaplaşmaların, mücadelelerin yükünü siyasetçilere yüklemenin, onların tüm yaptıklarına da bu gözle bakıp, anlam ve kutsiyet aramanın, dış politikayı medeniyetler arası binlerce yıllık bir hesaplaşma arenası olarak görmenin toplumlara sadece maliyetleri oluyor, sonuç itibarıyla da bizim gibi orta büyüklükte bir ülkeyi bırakın, ABD gibi süper bir güç bile bu yüklerin altında eziliyor.
Tıpkı, Kudüs kararının altında Trump’ın ve ABD’nin süper güç olma iddiasının ezildiği gibi.
Trump’ın Kudüs kararı sonrası yaşananlar, dünyayı “gavur”larla “Müslüman”lar arasında kıyamete kadar sürecek ezeli bir savaş olarak gören bu ‘evanjelik’ bakışın tam tersini söyledi bize.
Bir araya geldiklerinde Voltran’ı oluşturmaları beklenen
ABD Başkanı ve İsrail hükümetinin desteklediği bir kararın arkasında Çekya, Filipinler ve Macaristan’dan başka ülke duramadı.
Sadece İslam ülkeleri değil, bu iki ülke dışında tüm Avrupa ülkeleri açıkça ve sert açıklamalarla bu karara karşı çıktılar ve uymayacaklarını açıkladılar.
BM Güvenlik Konseyi’nin 15 üyesinden 14’ü (Çin, Fransa, Rusya, İngiltere, Bolivya, Mısır, İtalya, Japonya, Kazakistan, Senegal, İsveç, Ukrayna, Uruguay) Trump’ın kararını kınayan bir bildiri yayınladılar.
Papa, Anglikan Kilisesi, Ortodoks Kilisesi, Kıpti Kilisesi en üst perdeden kararı eleştirdiler. Kudüs’e Hz. İsa’nın ikinci kez inmesini bekleyen evanjelikler, karşılarında Kudüs’te yerleşik Hıristiyanları buldular.
Trump’ın kararının arkasında ABD’nin ne kadarının olduğu dahi meçhul. ABD’yi esas yöneten elitleri oluşturan siyasetçiler, entelektüeller, medya- ki bunların bir kısmı Yahudi ya da Yahudilere ait- bu karara ya açıkça karşı çıktı ya da ağzını lehte olarak açmadı.
Benzer şekilde Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak tanınması bütün İsrail vatandaşlarının da en temel meselesi değil. Bütün dünyada Trump ve İsrail karşıtı gösteriler sürerken, başkent Tel Aviv’de günlerdir meydanları dolduran yüzbinler, şimdi ülkemiz saldırı altında, bekamız tehlikede demeyip, Netanyahu’yu yolsuzluklar nedeniyle istifaya çağırmaya devam ettiler.
Demek ki dünyayı yöneten yegane bir akıl yok. Dünyayı ABD ya da Yahudiler de yönetmiyor. Öyle olsaydı, Kudüs gibi en temel mevzuda, bu kadar kritik bir karar alınırken, bütün Musevi lobileri, dev Yahudi şirketleri, bizde onların bir parçası olarak görünen masonlar, lionslar, rotaryler hep birlikte bastırır, karara destek için Filipinler, Macaristan ve Çekya dışında da bir sonuç alırlardı.
Demek ki dünyada kimsenin elinde mutlak güç yok. Kimsenin elinde asla yanılmaz ve yenilmez planlar yok.
Yekvücut bir Batı ve “Gavurlar” alemi de yok. Dünya bir dinler arası savaş arenası değil.
Nasıl Suriye’de, Yemen’de, Mısır’da zalimler ve destekçileri arasında Müslümanlar da olduğu gibi Filistin konusunda da “Gavurlar” ve “Müslümanlar” diye iki cepheli değil dünya.
Bütün bunlar kıymetini bilenler için daha ümitvar bir dünya vaad ediyor.
Çünkü bu dünyanın, tarihi “iyiler” “kötüler”, “Müminler”, “Gavurlar” arasında ezeli ebedi bir savaş olarak gören tezlerin, üzerimize çökmüş, bizi bu dünyada etkisiz elaman gibi hissettiren komplo teorilerinin dünyasından en büyük farkı, değiştirilebilir olması.
Bu gerçek dünyada monoblok kaya parçaları gibi cepheler yok, parçalı yapılar var. Ve bu parçalar her geçen gün güçleniyor.
İnsanlar, doğdukları topraklardaki kimliklerine hapsolmuş değiller, onun ötesinde ahlaki erdemlere ve siyasi fikrilere sahipler. Kimse mutlak olarak iyi ya da kötü değil. Tarihin çeşitli sınavları karşısında değişiyor iyiler ve kötülerin yerleri.
Ve bu parçalı güçlerle, fikirlerle çeşitli konularda ittifak etmek, birlikte çalışmak, onlara seslenmek ve müzakere etmek mümkün. Bunun kendi kendimize konuşmaktan, söylenmekten, kızıp, öfkelenmekten, kimsenin duyamayacağı büyük sloganlar atmaktan daha faydalı olduğu kesin.
Örneğin Kudüs meselesi Türkiye’nin önüne belli değerler ve ilkeler çerçevesinde Avrupa’yla yeni bir başlangıç yapma imkanı sunabilir. Ortadoğu’da ABD-Rusya güç mücadelesi içinde, Avrupa ülkeleriyle kurulacak ittifaklar Türkiye’nin her iki büyük güce karşı da elini güçlendirebilir.
Yeter ki önüne faydalı yalanlardan barikatlar kurduğumuz kapılardan gerçeklerin girmesine izin verelim. Dünyayı ve siyaseti evanjelik analizlerle okumaktan vazgeçelim.
(Gündem üçüncü dünya savaşı kıyılarına doğru yanaştığı için ara verdiğimiz yazı dizisinin son bölümüne eğer büyük bir olay daha olmazsa devam edeceğiz)