“Dünya da çok bozdu” tezi üzerine...
Geçen yıl hayatını kaybeden ünlü Amerikalı siyaset bilimci Benjamin Barber, 1984’de yazdığı “Güçlü Demokrasi” kitabında, temsili ya da liberal demokrasiyi “zayıf demokrasi” olarak adlandırmıştı.
Çünkü liberal demokrasiler bireysel haklara vurgu yaparak, bu bireylerin vatandaş olarak demokratik sistemdeki rolünü ikinci plana atmaktaydı.
O yüzden de artık vatandaşların sadece beş yılda bir oy vererek temsilcilerini seçtiği, bütün kararları da o temsilcilerin aldığı liberal temsili demokrasiden, teknolojik imkanların da yardımıyla önemli kararların referandumlarla alındığı, sivil inisiyatiflerin kanun hazırlayabildiği “güçlü demokrasi”ye geçilmeliydi.
Aslında Barber, liberal demokrasiyi eleştirirken, demokrasinin daha ileri bir modelini teklif ediyordu.
Ama bu güçlü liberal demokrasi eleştirilerinden sadece demokratlar yararlanmadılar.
Hayranlarından biri de London School of Economics’de okuyan Seyfulislam Kaddafi ‘ydi. Barber, Libya’ya davet edilmiş, Muammer Kaddafi ile tanışmış ve Kaddafi Vakfı’nın danışmanlar kuruluna girmişti.
Nihayetinde Kaddafi de 1979’da çıkan ‘kutsal’ kitabı Yeşil Kitap’ta “Parlamentoların demokrasinin bir aldatmacası” olduğunu söyleyerek daha ‘ileri’ bir demokrasi modeli olan ‘Cemahiriye’nin ideoloğuydu.
‘Cemahiriye’de “azınlığın çoğunluğa diktatörlüğü” olan partili parlamenter sistem yerine doğrudan halkın kararları aldığı “halk kongreleri” vardı. (Tabii olaylar pratikte bir miktar farklı yaşandı.)
Tabii liberal demokrasiye yönelik bu post modern, post-yapısalcı katılımcı demokrasi eleştiri literatürü sadece Kaddafi’nin ilgisini çekmedi.
Çin’den, İran’a, Ortadoğu diktatörlüklerinden, Latin Amerika sol diktatörlüklerine kadar kendi ülkelerinin rejimlerini meşrulaştırmak isteyen akademisyenler için bu literatür bulunmaz bir kurtarıcı oldu. Öğrencilere liberal demokrasi teorisi yerine postmodern liberal demokrasi eleştirileri okutmak herkesin işine geldi.
Liberal veya temsili demokrasinin ciddi sorunları olduğu açıktı. Ama bu eleştiriler otoriter rejimlerin kendi sistemlerini meşrulaştırmaları için değil, daha güçlü demokrasiler kurmak için, hem de o temsili demokrasilerin sağladığı özgürlükler içinde üretilip, tartışılmıştı.
Siyaset bilimi literatürünün böyle kötüye kullanılmasının örneklerinden biri de son zamanlarda Türkiye’de göze çarpıyor.
Türkiye’nin demokrasi, hürriyetler ve hukuk karnesine dönük eleştiriler son dönemde hep aynı savunmayla karşılaşıyor: “Ama dünyada da liberal demokrasiler geriliyor, popülist hareketler, otoriter eğilimler yükseliyor, ne yaparsın!”.
Gerçekten de dünyada liberal değerlerin gerilediği, popülist hareketlerin yükseldiği, otoriter ve güvenlikçi politikaların popülerleştiği doğru.
Ama bu tespiti yapanlar, liberal değerleri geriletenler, popülist hareketler ya da güvenlikçi ve otoriter politikaları savunanlar değil.
Bu tespitler bizatihi bu gidişatı eleştirenlerin, bundan rahatsız olanların ve bu gidişata ses çıkaranların eleştirileri.
Bu eleştirel tespitleri alıp, Türkiye’de olan bitenleri meşrulaştırmak, sanki bu olanlar tarihsel bir zorunlulukmuş gibi sunmak da bu yüzden teoriyi kötüye kullanmak oluyor.
Geçenlerde bunun ilginç bir örneği olarak bir yazı yayınlandı.
https://www.sabah.com.tr/yazarlar/perspektif/aliaslan/2018/09/15/cumhuriyet-gazetesi-ve-kemalizmin-gelecegi
Yayınlandığı yer ve yazarı olan siyaset bilimcinin çalıştığı think tank bu argümantasyonu ciddiye almayı hak ediyor.
ABD’de siyaset bilimi okumuş uzman derli, toplu bir şekilde bu fikri dillendirmiş:
“Küreselci ideolojinin gerilemeye başladığı ve popülist halk hareketlerinin siyaseti belirlediği günümüz dünyasında sol-liberal siyasetin daha da gerileyeceğini kestirmek zor olmayacaktır.”
Fakat yazıdan bunun sadece bir kestirim değil, sevinilecek bir haber olduğunu da anlıyoruz.
Çünkü Cumhuriyet gazetesinde Kemalistlerin liberal-solcuları tasfiyesini de tarihin bu yeni dinamiğine bağlayan yazar, “Türkiye'de siyasetin ana gündem maddesi demokratikleşme mücadelesinden bağımsızlık mücadelesine kaydı” diyerek Kemalistleri de liberal-sol küreselleşmecilere karşı verilen bu bağımsızlık mücadelesine çağırıyor.
Aslında tam da bir çağrı değil bu. Çünkü, yazara göre “Bu sürece direnenlerin ülkenin geleceğinde yer alma konusunda sıkıntılar yaşayacağı da bir gerçek.”
Gerçekten bir kaç yıl içinde gelinen yer çok ilginç.
Ülkedeki demokrasi, hukuk devleti, özgürlük sorunlarının varlığını kabul edip, bunları yaşanan travmalardan sonraki konjoktürel ve düzeltilmesi gereken semptomlar olarak görmekten bir basamak daha yukarı çıkılmış görünüyor.
Çünkü artık bunlar sorun bile değil, zamanın gerçeği hatta gereği. “Bunu kabul etmeyenlere ülkenin geleceğinde yer olmadığına” göre de bu gidişattan geriye dönüş yok.
Öyle hayati bir mücadele ki bu, küreselci “sol-liberallere” karşı Cumhuriyet gazetesindeki tasfiyeleri yapan, kaçınılmaz olarak yükselişe geçmiş ultra Kemalistler dahi müttefik olarak kavgaya çağrılıyor.
Hadi onlar bu küçük hesaplı davete icabet etti.
Ama dünyada “siyaseti belirlediği” düşünülen, liberal siyasetlerin pabucunu dama atmış o yükselen popülist hareketlerle yan yana durmak biraz daha zor olabilir.
Çünkü o hareketler aynı zamanda İslamofobik, batı-merkezci, göçmen karşıtı hareketler. Muhtemelen hayallerinde Türkiyeli Müslümanlarla fikirdaş ve müttefik olmak da yoktur. Yani onların yükselmesi ve liberal değerlerin sönümlenmesi öyle çok sevinilecek bir şeye benzemiyor.
Dünyadaki bu içe kapanmacı, popülist, çatışmacı dalgaya kapılmak mı yoksa bu dalgaya karşı direnmek mi Türkiye’nin işine gelir sorusunun cevabı içinse sadece haritaya bakmak bile yeterli.
Türkiye’de “demokratikleşme mücadelesini” bırakıp “bağımsızlık mücadelesine” geçmek de çok iyi bir fikir olmayabilir.
Hala 12 Eylül anayasasıyla yönetilen ülkedeki demokratik sistem yerli yerine oturtulmazsa, farklı hayat görüşlerinin ve tarzlarının devlet karşısındaki hak ve hürriyetlerini garanti altına alan bir hukuk devleti kurulmazsa, fikir ve inanç hürriyeti sağlam kazıklara bağlanmazsa, sivil toplum, medya gelişmezse yarın bir gün bir iktidar değişikliğinde “esas öncelikli meselemiz bağımsız mücadelesi” diyerek hangi hak ve özgürlüklerin askıya alınacağı bilinmez. Sivil toplum zayıflatılırsa buna mani olacak kimse de bulunamaz.
Sürekli yeni kavgalara girip, kavgaya da her seferinde farklı birilerini çağırmak yerine kavgayı dindirmeye bakmak yani demokratikleşmeye dönmek gerek.
Yoksa sürekli birbiriyle kavga eden reşit olmayan bir toplumu da her zaman velayeti altına almaya çalışanlar çıkar.
Yani dünyanın havası zaman zaman bozar, ters rüzgarlar eser, dalgalar yükselir. Her dalgaya kapılmak yerine, geminin rotasını korumaya bakmalı...