Ambargoyu ‘delme’nin uzun hikayesi

Şubat 2011’de İstanbul’daki bir banka şubesinden, Ankara’daki bir banka şubesindeki alıcıya yüklü miktarda dolar gönderilir.

Ama bankalar için rutin sayılabilecek para transferinde bir sorun çıkmıştır. Para bloke edilmiş görünmektedir. Az sonra İstanbul’daki bankanın genel müdürlüğüne ABD’den bir telefon gelir. Telefondaki Amerikalı yetkili, bankanın üst düzey yetkilisine “Tahran’a sizin üzerinizden para aktarılmasına neden müsaade ediyorsunuz? Uluslararası yaptırımları delmeye çalıştığınızın farkında değil misiniz?” diye hesap sormaktadır. Telaşlanan banka yetkilisi Tahran’da şubeleri olmadığını, bir yanlış anlama olduğunu anlatmaya çalışır. Gerçekse birazdan ortaya çıkar. Paranın gönderildiği Ankara’daki banka şubesi Tahran Caddesi üzerindedir. Amerikalılar bunu Tahran diye anlamıştır. Özür dileyip, paranın üzerindeki blokajı kaldırırlar.

https://www.ntv.com.tr/ekonomi/tahran-caddesindeki-subeye-iran-baskini,XhMav12G4Uqmam5l2KI7RQ

Peki, nasıl olmuştur da İstanbul’dan Ankara’ya bir para transferi taa ABD’den durdurulabilmiştir?

Son haftalarda dünya finans sisteminin kavram ve güç ilişkileriyle bir anda karşı karşıya kalan biz sıradan fani insanlar için cevaplanması gereken bir soru bu.

Sorunun cevabı için önce 1944’te ABD’nin New Hampshire eyaleti Bretton Woods kasabasındaki zirveden bu yana dünyanın rezerv para biriminin dolar olduğu gerçeğini akılda tutmalıyız. Bu özetle şu demek; 73 yıldır dünya finansal sistemi, petrol, altın satışları ve bütün bankalar dolar merkezli olarak çalışıyor. Bu da doların patronu olan ABD’ye dünyadaki bütün bankalar üzerinde büyük bir otorite sağlıyor. Bu, adaletsizlik olarak görebileceğimiz ama isyan ederek düzeltemeyeceğimiz dünyanın bir gerçeği.

İstanbul’dan Ankara’ya değil, İstanbul’da aynı semtte yan yana iki banka şubesi arasındaki bir dolar transferinde de (Bu diğer para birimleri için de geçerli) dolar önce ABD’deki belirlenmiş muhabir bankaya, oradan da ABD Merkez Bankası’na gidiyor, eğer işlemde bir sorun yoksa okyanusları aşıp hesaba geliyor. Transferin görülmesi ve bloke edilebilmesinin sebebi de bu.

Bu gözetlemede Amerikan Hazinesi parayı, kara para aklama, terörün finansmanı, sakıncalılar listesi ve yaptırımlar gibi kriterler açısından inceliyor.

ABD’de de bütün bu incelemeler için uzmanlaşmış 16 ayrı kurum var. İddianamede adı sık sık geçen Office of Foreign Assets Control (OFAC) yani Yabancı Varlıklar Kontrol Ofisi’nin işi ABD ve BM yaptırımları açısından para akışını kontrol etmek. Bu kurumların tepesinde ise bir üst yapı olarak ABD Hazine Bakanlığı’na bağlı Office of Terrorism and Financial Intelligence (TFI) yani Terörizm ve Mali İstihbarat Dairesi bulunuyor.

Bu denetimlerde bir yaptırımı ihlal etmek ya da kara para işlerine girmek bir bankayı uluslararası finans sisteminde sakıncalı banka durumuna düşürebiliyor. Bu, bir banka için kabus demek. Çünkü Amerika’da lisans iptaline ve böylece dolar merkezli uluslararası para sisteminin dışına çıkarılmaktan, ağır para cezalarına çarptırılmaya, kredi ve borçlanma maliyetlerini artırmaya kadar hayli ağır sonuçları olabiliyor.

İşte dünyadaki bütün bankaları olduğu gibi, Türkiye’deki bankaları, dolayısıyla Türkiye’yi Amerikan yaptırımlarının bağlamasının esas sebebi bu. Ayrıca Türkiye, OECD üyesi 36 ülkenin yaptırımların uygulanması, kara para trafiği ve terörün finansmanına karşı kurduğu Finansal Eylem Görev Timi’nin (FATF) de1991’den beri üyesi. Ve böylece de yaptırım kararları konusunda uluslararası sistemin bir tarafı.

Bu yüzden 2011 yılındaki rutin işlemi ABD yaptırımlarına takılıp bloke edilen İstanbul’daki banka genel müdürü haklı olarak telaşlanmıştı.

Ama 2011 yılında telaşlanması için biraz daha fazla haklı sebebi vardı.

Çünkü ABD, o günlerde İran ambargolarını sertleştirmiş, uygulanması için de finansal sistem üzerindeki hegemonyasını kullanarak diğer ülkeler üzerindeki baskılarını artırmıştı.

ABD’den “yaptırımları uygula” baskıları altında olan sadece Türk bankaları da değildi, Avrupa’daki pek çok büyük bankanın genel müdürü de aynı telaşı yaşamaktaydılar.

Aslında ABD, 1979’dan beri İran’a yaptırımlar uyguluyor. 11 Eylül 2001’in ardından artan güvenlik endişeleri ve İran’ın nükleer silah yapmaya çalıştığı istihbaratıyla 2005’den itibaren bu yaptırımlar sertleşmeye başladı. Aynı nedenle 2006’da BM, Türkiye’nin de onayladığı İran’ı mali olarak sıkıştırmayı, petrol gelirlerini azaltmayı amaçlayan ve dört yıl boyunca uzatılan bir yaptırım paketini onayladı.

ABD işi o kadar sıkı tutmaya başlamıştı ki, 1970’lerden beri anında dünyanın her yerine online para göndermeyi sağlayan Belçika merkezli SWIFT (The Society for Worldwide Interbank Financial Telecommunication) sistemini, 11 Eylül saldırısının ardından Amerikan hazinesinin gözetlediği ortaya çıkmıştı. 2006 yılında New York Times ortaya çıkardığı skandal Avrupalı müttefikleri de epey kızdırmıştı.

2010 yılında İran’ın “barışçıl olmayan nükleer çalışmalarını” engelleyip, Tahran’ı masaya oturtmak isteyen ABD yönetimi, Kongre’den kısaca CISADA (Imposing Sanctions Under the Comprehensive Iran Sanctions, Accountability and Divestment Act) denen daha sert yeni bir yaptırım paketi daha çıkardı.

https://www.treasury.gov/resource-center/sanctions/Programs/Documents/CISADA_english.pdf

Bu yaptırımların hedefinde İran’ın silahlanmaya ve nükleer çalışmalara gittiğini iddia ettiği petrol ve gaz gelirlerini kısmak vardı. Ülkelere iki türlü baskı yapılıyordu; “İran’dan aldığınız petrolün miktarını düşürün, petrol ve gaz alıyorsanız bile ücretini nakit para olarak ödemeyin.”

Bu yaptırımları diğer ülkelere ve bankalara uygulatmak için baskı yapma görevi ise ABD Hazine Bakanlığı Terörizm ve Mali İstihbarat Dairesi’ndeydi.

Dairenin, dünyanın büyük bankalarının korkulu rüyası olmuş halef selef olan iki müsteşarı Stuart Lewey ve David Cohen’in yetenekli hukukçular olmak dışında ortak bir özellikleri daha var. Biyografilerinde yazdığına göre ikisi de ‘bilinçli’ Amerikan Musevileri’ydi ve en azından İranlı yetkililer, müsteşarların İran ambargoları konusundaki sert performansını böyle açıklıyordu.

(Ama ABD’de İran ambargoları konusunda en hassas olan ve en çok bastıran grubun, pro-İsrail Yahudi lobisi olduğu politik doğruculukla örtülemeyecek bir gerçek.

Çünkü İran’ın nükleer silaha sahip olmasından en çok endişelenen İsrail. ABD yönetiminin ve diğer ülkelerin İran yaptırımlarıyla ilgili politikalarını en yakından takip eden, Kongre’deki oturumlarda bilirkişi olarak çağrılan, yaptırım ihlallerini raporlayan Washington merkezli The Foundation for Defense of Democracies (FDD) de pro-İsrail bir think tank. Bu think tankin uzmanlarının New York’taki davada karşımıza bilirkişi olarak çıkması o yüzden sürpriz değil.)

2011’de Obama tarafından göreve getirilen David Cohen’in adı “Finansal Batman”e çıkmıştı.

Bu şöhretinin esas sebebi ise 2010-2011’de İran yaptırımlarını delen bankalara yönelik başlattığı sert soruşturmalardan geliyordu.

Yani bu dava nedeniyle bir kere daha Türkiye’de sık sık söylendiği gibi, hedef sadece Türkiye değildi.

Çünkü Amerikalılara göre ambargoyu sadece Türk bankaları delmiyordu.

Aksine Amerikalı maliyecilerinin listesinde Türk bankalarının çok önünde İngiliz, Alman, Fransız bankaları vardı. Çünkü İran, Avrupa’daki pek çok ülke için gaz ve petrol alınan ve yüksek miktarlarda ihracat yapılan bir ticaret ortağıydı.

Avrupa finans çevrelerinin İran’la ilişkileri o kadar yoğundu ki Almanya’da hisselerinin yüzde 26’sı İran’ın en büyük bankası Bank Mellat’a ait olan Europaische-Iranische Handelsbank (EIH) adlı bir banka bile mevcuttu.

FBI ve OFAC tarafından yürütülen soruşturmalar sonucunda İran ambargolarını delmek suçundan ilk dava Ocak 2009’da New York Manhattan Bölge Mahkemesi tarafından İngiltere’nin en büyük bankalarından Lloyds’a açıldı.

Manhattan Bölge Savcısı Robert Morgenthau tarafından hazırlanan iddianamede, İngiliz bankası, ‘İran bankalarının paralarını gizleyerek ABD’ye sokmakla’ suçlanıyordu. Lloyds suçunu kabul etti ve uzlaşma yoluna gitti. Bunun karşılığında ceza olarak 350 milyon dolar ödedi.

http://www.telegraph.co.uk/finance/4213151/Lloyds-TSB-agrees-to-pay-fine-of-350m-for-sanctions-help.html

Aynı Manhattan Bölge Savcısı, 2009 Aralık ayında bu kez yine Londra merkezli İsviçre bankası Credit Suisse’e, 90’lardan 2006’ya kadar 1 milyar dolarlık İran parasını saklayarak finansal sisteme sokmak suçlamasıyla dava açtı. Credit Suisse yetkilileri New York’a gittiler, uzun pazarlıklar sonucunda suçlarını kabul edip, 536 milyon dolarlık ceza ödemeyi kabul ettiler.

Davalar 2010 yılında da sürdü. ABD’nin İran yaptırımlarını delmekten bu kez Washington Savcılığı tarafından İngiliz Barclays bankasına dava açıldı. Banka da anlaşma yoluna gidip, 298 milyon dolarlık cezayı ödedi.

https://www.justice.gov/opa/pr/barclays-bank-plc-agrees-forfeit-298-million-connection-violations-international-emergency

Yine 2010 yılında Hollanda bankası ABN AMRO, ABD’nin İran ambargosunu delmekten açılan davada 500 milyon dolar ceza ödemek zorunda kaldı.

2012 yılında soruşturmalar hızlandı. ABD Hazine Bakanlığı’nın yaptırımlardan sorumlu kurumu OFAC’ın incelemesi sonucunda, Manhattan Bölge Savcısı Cyrus Vance, milyarlarca İran parasını aklamak suçlamasıyla Hollanda’nın en büyük bankası ING hakkında dava açtı. ING, 619 milyon dolarlık ödeyerek, lisansını kurtardı.

https://www.reuters.com/article/us-ing-sanctions/ing-to-pay-619-million-over-cuba-iran-sanctions-idUSBRE85B12I20120612

Aynı yıl İran ve Kuzey Kore yaptırımlarını delme soruşturması Londra merkezli dünyanın en büyük bankalarından HSBC’yi de vurdu. Bu kez Brooklyn Bölge Savcısı Loretta Lynch’in açtığı soruşturmada aralarında İran’ın da olduğu yaptırımları delmek, kara para aklamakla suçlanan banka 1.9 milyar dolarlık cezayı ödemeyi kabul etti.

https://www.reuters.com/article/us-hsbc-probe/hsbc-to-pay-1-9-billion-u-s-fine-in-money-laundering-case-idUSBRE8BA05M20121211

Amerika, İran yaptırımlarını delmekten en büyük cezayı 2014 yılında Fransız BNP Paribas’a kesti. İki yıllık FBI ve OFAC soruşturması sonucunda davayı açan tanıdık bir savcıydı. New York Güney Bölge Mahkemesi savcılarından Preet Bharara.

Fransız bankası; İran, Sudan ve Küba’yla, yaptırımlara rağmen 30 milyar dolarlık işlem yapmakla suçlanıyordu. Bharara’nın hazırladığı iddianamede bankanın 13 üst düzey yöneticisi sanıktı ve 35 yöneticisi hakkında ise soruşturma sürüyordu.

https://www.justice.gov/opa/pr/bnp-paribas-agrees-plead-guilty-and-pay-89-billion-illegally-processing-financial

Davaya ve istenen cezaya Fransız Cumhurbaşkanı Hollande, “orantısız” diyerek tepki göstermiş, Obama’dan önce bir mektup yazarak, sonra da Beyaz Saray’a gidip bizzat “Fransız ekonomisine zarar verir, ilişkilerimizi zedeler” diyerek davaya müdahil olmasını istemişti. Obama “yargının işine karışmam” diyerek bunu reddedince, Fransız bankası da suçunu kabul edip anlaşama yoluna gitmek zorunda kaldı. Rekor bir ceza olan 8.8 milyar doları ödemekle de kalmadı, anlaşma gereği 13 üst düzey yöneticisinin de işine son verdi.

Son olarak 2015’de, 2010’da başlayan FBI ve OFAC soruşturması tamamlandı ve Washington Bölge Mahkemesi tarafından Alman Commerzbank’a dava açıldı. Hem de ABD’nin NSA üzerinden Merkel’i dinlettiğinin ortaya çıktığı, iki ülke arasındaki ilişkilerin gerildiği günlerde. Savcı Machen, Almanya’nın ve Avrupa’nın en büyük ikinci bankasını "İran ve Sudan paralarını aklayarak finansal sistemimizin ve ulusal güvenliğimizin altını oydu” diye suçluyordu. İlişkiler biraz daha gerildi, banka karara itiraz etti ama sonuç değişmedi, Alman bankası da Amerikan yaptırımlarını delmekten ABD’ye 1.45 milyar dolar ceza ödemek zorunda kaldı.

Savcılıklar tarafından iddianameleri yazılmış bu davalarda bankaların çoğu, Amerikan hukuk sistemindeki “Guilty Plea” yani suçu itiraf edip kabul etmek ve böylece ceza indirimi almak diye özetlenecek bizdeki itirafçılıktan daha prestijli bir yöntem sayesinde para cezalarıyla kurtuldular.

Bu kavram bugünlerde ABD medyasında iki kişi için de sık sık kullanılıyor. Biri Trump’ın eski güvenlik danışmanı Michael Flynn diğeri de Reza Zarrab.

Bu kısma en sonunda dönmeden önce, Avrupalı bankalar hakkında soruşturmalar yürütüp davalar açan Amerikalı hazinecilerin, Türk bankaları hakkında ne yaptığına bakalım.

İşte burada karşımıza Halkbank çıkıyor.

Halkbank’ın en büyük özelliği 2004 yılında Pamukbank’la birleşmesinden miras Tahran’da şubesi olması. Ayrıca ABD’de şubesi olmaması. Bu iki özelliği yaptırım baskılarına karşı Halkbank’ı dünyada yaptırım engeline takılmadan İran’a para akışında bir adım öne çıkardı.

Sadece, Koç Holding bünyesindeki Türkiye’nin en büyük petrol rafinerisi TÜPRAŞ değil, Amerikan yaptırımlarından çekinen Hindistan da 15 milyar doları bulan petrol ithalatının yarısının ödemelerini Halkbank üzerinden İran’a gönderiyordu. Ama sadece Halkbank değil, bazı özel Türk bankaları da ambargoyu fırsata çevirmeye çalışmıştı.

Tabii ki Türkiye’de bütün bu olan biteni Amerikalılar da yakında izlemekteydi.

Ne kadar yakından izlediklerini Wikileaks’te yayınlanan 2009 tarihli ABD Ankara Büyükelçiliği’nden Washington’a gönderilen bir telgraftan biliyoruz.

Telgrafta ABD Amerikan Hazine Bakanlığı Terör ve Mali İstihbarattan David Cohen’in İran ambargoları yüzünden Türkiye’ye yaptığı ilk ziyaretin sonuçları anlatılıyor. Telgraftan Halkbank yöneticileriyle bir araya gelen Cohen’in, şimdi biri ABD’deki davada sanıklar arasında yer alan Halkbank yöneticilerini Bank Mellat ve İran’la işleri yüzünden uyardığı ama sonuçtan memnun olmadığını öğreniyoruz.

https://wikileaks.org/plusd/cables/09ANKARA1725_a.html

2010 yılında aynı gerekçeyle Türkiye’yi bir kere daha ziyaret eden Amerikan Hazine Bakanlığı Terör ve Mali İstihbarat Müsteşarı Stuart Lewey ise görüştüğü devlet ve özel bankalarının yetkililerini, yakın bir zaman önce İran ambargolarını delmekten ağır bir ceza alan İngiliz bankası Barclays’ın başına gelenleri hatırlatarak, uyarmıştı.

http://www.gazetevatan.com/abd-den-turkiye-ye---barclays-tehdidi--335835-ekonomi/

Hükümetin içinden ise farklı sesler geliyordu. Ekonominin esas patronu olan Ali Babacan, Mehmet Şimşek daha az risk alma taraftarıydı ve bankaları koruyan bir çizgi izliyorlardı, dış ticaretten sorumlu bakan Zafer Çağlayan ise aksine bankacıları “Açık söyleyeyim. Bizi sadece BM’nin kararı bağlar. ABD’nin ki değil” diyerek daha cesur olmaya çağırıyordu.

Ama o günlerde çıkan haberlere bakılırsa bankacılar, Avrupalı bankalara ardı ardına kesilen para cezalarından sonra İran yaptırımları ihlali radarına takılabilecek iş yapmaktan çekiniyor hatta iş yapmış olanlar da ülke dışına çıktıklarında tutuklanmaktan korkuyordu.

http://www.milliyet.com.tr/bankacilar-iran-baskisinda-topu-caglayan-a-atti-ekonomi-1299863/

2011 yılı Nisan ayında bütün Avrupa’yı turlayan David Cohen, bir kere daha Türkiye’ye geldi. Bu kez Obama tarafından Amerikan Hazine Bakanlığı Terör ve Mali İstihbarat’ının başına atanmış yeni müsteşar olarak.

Görüştüğü özel bankaların yöneticilerini kara listeye alınmamak için İran’la olan mali ilişkilerini sona erdirmeleri için açık bir dille uyardı. Hatta bu uyarılarını düzenlendiği basın toplantısında da dile getirdi.

https://www.youtube.com/watch?v=nPARoiYkhI8

Bugünlerde New York’taki dava sürerken açıklamalar yaparak İran ambargosunu delmediklerini bir kere açıklama ihtiyacı duyan bazı özel bankalar bu ziyaretten sonra İran’la olan finansal ilişkilerine son verdiler, ABD’li hazinecilere teminat mektupları yazdılar.

Cohen’in Nisan 2011’deki ziyaretinin ilk sonucu bir hafta sonra alındı. Ambargo nedeniyle Türk bankaları üzerinden artan para trafiği sayesinde bir yılda yüzde 300 büyüyen Bank Mellat, Türk bankalarıyla iletişiminin kesildiğini açıkladı.

https://www.ntv.com.tr/ekonomi/turk-bankalar-bizimle-iliskisini-kesti,3dMn7wjMWU-K_dUkaVhH0w)

Fakat yine de ABD’li mali müfettiş, 2011’deki ziyaretinden tam olarak istediğini alamamıştı.

Bunu ABD’ye dönüşünde bilgi verdiği Senato Bankacılık Komitesi'nde New Jersey senatörü Robert Menendez’in sorduğu "Anlıyorum ki şu anda bir İranlı bankayla iş yapan Türk finansal kuruluşları bulunuyor. Onlara yaptırıma hazır mıyız?" sorusuna verdiği cevaptan anlıyoruz:

“Yasayı uygulamada kararlıyız. Ve sizin de söylediğiniz gibi bizim görüşme önerilerimize karşılık vermeyen bir finansal kuruluş var ve bu kuruluş CISADA'ya

göre yaptırım uygulanabilir faaliyetlerde bulunuyor. Bu kuruluşu çok güçlü biçimde izleyeceğiz"

Bahsedilen kuruluş yine Halkbank’tı.

İran ise artan bu finansal kıskaç karşısında elleri kolları bağlı beklemeyecekti. 2011 yılının mart ayındaki Nevruz kutlamalarında dini lider Hamaney, “ekonomik cihad” ilan etti. Ekonomik cihadın baş hedefi şüphesiz İran’a yönelik ambargoların delinmesiydi.

http://www.economist.com/node/18867440

İran’a esas vurucu darbe ise yılın son gününde geldi. 31 Aralık 2011 günü Başkan Obama, tatilde olduğu memleketi Hawai’de İran Merkez Bankası’yla iş yapan, nakit transfer eden bankaları kara para aklamaya sokabilecek yeni bir yaptırım paketini imzalamıştı.

https://www.reuters.com/article/turkey-iran-halkbank/iran-dealings-put-turkeys-halkbank-in-spotlight-idUSL6E8C420020120104

Yaptırımların en net sonucu Mart 2012’de alındı. Brüksel’e giden David Cohen, İran’lı bankalarının 200 ülke arasında online anında para transferini sağlayan Brüksel merkezli SWIFT sisteminden çıkarılması için Avrupalı yetkililere baskı yaptı. Avrupalılar bu talebe fazla direnemediler ve İran bankaları SWIFT sisteminden çıkarıldı.

https://www.reuters.com/article/us-iran-usa-swift/u-s-pushes-eu-swift-to-eject-iran-banks-idUSTRE81F00I20120216

Bu İran’ın nefes borularının kesilmesi demekti. Artık ne dışardan İran’a ne de İran’dan yurtdışına para transferi yapmak mümkündü.

Ama ticaret devam ediyordu, ABD’nin azaltın baskılarına rağmen aralarında Türkiye’nin olduğu pek çok Avrupa ve Asya ülkesi için İran gazı ve petrolü kolay vazgeçilebilir değildi. ABD bu yüzden, İran'dan petrol alımına sınırlama getirme kararı alan Japonya, Almanya, Belçika, İspanya, Fransa, İngiltere, Yunanistan, İtalya, Hollanda, Polonya ve Çek Cumhuriyeti'ni ambargodan 180 gün muaf tutulacağını açıkladı. İlk muaf listesinde Türkiye yoktu. Petrol ihtiyacını İran’dan karşılayan Hindistan de yoktu ve ABD’nin yeni yaptırımlarından sonra çekinip, Halkbank yolunu kullanmaktan da vazgeçmişti.

Dünyadaki bankalarsa ambargoyu delmek için daha sonra yukarıdaki cezaları ödemelerine neden olan finansal yöntemler geliştirdiler. En basit yöntemlerden biri, SWIFT yerine eski bir teknoloji olan fax kullanmaktı.

Ama bütçesinin en büyük kalemi olan petrol ve gaz gelirleri yurtdışındaki bankalarda bloke edilmiş İran’ın bundan daha fazla nakite ihtiyacı vardı.

Hamaney’in Ekonomik Cihad çağırısıyla harekete geçen Ahmedinejad yönetimi ve İran Merkez Bankası yeni yollar aramaya başlamıştı. Bulunan isimlerden biri, şimdi hapishanede idam edilmeyi bekleyen Babek Zencani’ydi.

Zencani’ye parasını nakit olarak İran’a getirmek ve karşılığında komisyon almak üzere İran milli petrolünü satma yetkisi verildi. Zencani ve birlikte iş yaptığı bürokrat/siyasetçiler İran hazinesine getirmeleri gereken 3 milyar dolara yakın parayı iç etmekle suçlanıp idam cezasına mahkum edildiler.

http://medyascope.tv/2017/12/01/reza-zarrab-babek-zencani-iliskisi-uzerine-savash-porgham-ile-soylesi/

İşte Türkiye, Azerbaycan, Rusya, Birleşik Arap Emirlikleri’nde döviz ve altın işleri yapan Zarrab ailesi de bu noktada devreye girdi.

Ambargoların sertleşmeye başladığı 2008’de Türkiye’de ilk şirketini kuran, besteci, zengin Azeri eş olarak tanınan 20’li yaşlarının sonundaki Reza Zarrab, 2011’de İran’a yeni ambargoların konuşulmaya başlandığı aralık ayında Farsça iki mektup kaleme almıştı. Şirketi Durak Döviz antetli mektuplardan ilki İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’a yazılmıştı. (Daha önce bahsetmiştik)

İkinci mektup ise New York’taki davada fotoğrafı suçun tarif edildiği panoda Hamaney’in fotoğrafının altında yer alan dönemin İran Merkez Bankası Başkanı Mahmut Bahmani’ye gönderilmişti:

“Ruhani Lider Hamaney ve İran Merkez Bankası’nın saygıdeğer yetkilileri ve çalışanlarının yaptırımlara karşı oynadıkları rol, yaptırımları akıllı bir biçimde etkisiz kılıyor, hatta özel yöntemler kullanarak bu yaptırımları fırsatlara dönüştürüyor. Eğilimin yaptırımları yoğunlaştırmak ve artırmak yönünde olduğu bir sır değil ve İran İslam Devrimi’nin bilge lideri bu yılı ekonomik cihad ilan ettiğinden Türkiye, Birleşik Arap Emirlikleri, Rusya ve Azerbaycan’da şubeler açarak dış ticarette yarım asırlık bir deneyim edinen Zarrab Ailesi, yaptırım karşıtı parasal ve dış ticaret politikaları uygulamak için her türlü işbirliğine girme isteğimizi bildirmenin bizim milli ve ahlaki görevimiz olduğunu düşünüyor.”

Mektupta bahsedilen “yaptırım karşıtı parasal ve dış ticaret politikaları” ndan ne kastettiğine geçmeden önce bir yanlış anlamayı düzeltmek gerek.

Türkiye, hiçbir zaman ABD’nin açıkladığı İran ambargolarını tanımadığını ve uygulamayacağını açıklamadı. Aksine, ambargoya uygun adımlar attı. Ambargoya uyarak, Mart 2012’de Türkiye İran’dan alımlarını yüzde 10-20 oranında azaltacağını açıkladı ve böylece 11 Haziran 2012’de ve 7 Aralık 2012’de ilave alım azaltmasıyla yenilenen bir yaptırım istisnası edindi.

Türkiye, 2011’in son günü çıkan İran’a bankalardan para transferini yasaklayan ambargonun da gereğini yaptı. İran’dan alınan petrol ve doğalgaz ödemeleri, Halkbank’ındaki İran Merkez Bankası, İran Milli Petrol Şirketi ve İran Milli Gaz Şirketi’ne ait üç hesapta biriktirilmeye başlandı. Biriken bu para İran’a ambargo listesi dışındaki ürünlerin ihracatının ödemelerinde kullanılıyordu. Yani aslında ambargo İran’la ticareti zorlaştırıyor ama engellemiyordu.

İşte tam bu noktada Zarrab ortaya çıktı. Ambargo listesinde olmayan ve ticareti konusunda uzman olduğu bir ürün bulmuştu: Altın.

Zarrab’ın mahkemedeki tanıklığına göre bu kendi projesiydi. Sistem resmi olarak şöyle çalışıyordu; İran devletinin ve özel üreticilerin Halkbank ve diğer bankalarda bloke halde duran hesaplarındaki paraları, önce dolar hesabından TL hesabına taşınıyor, ardından İran’a altın ihracatının karşılığı olarak çekilip, altınlar İran’a götürülüyordu. Böylece, resmi yollardan olmasa da dolaylı olarak Türkiye, İran’dan aldığı petrol ve doğalgazı altınla ödemiş oluyordu. İran da bloke edilmiş gelirlerine ulaşıyordu.

Böylece 2011-2013 yılları arasında İran devletinin ve bazı özel şirketlerin Halkbank ve diğer bankalarda birikmiş 15 milyar dolara yakın petrol ve doğalgaz gelirleri, altın ihracatı yapan Zarrab’ın şirketleri tarafından çekilip, bir şekilde İran’a taşındı. Bu ticaretin, altın ihracatıyla döviz geliri elde edilmediği için en büyük kazananın İran olduğu ise açıktı.

Ama Zarrab, tek başına bu ihracatla o kadar büyük rakamlara ulaşmıştı ki, Ocak 2012’de 9. Sırada yer alan kıymetli maden ve metaller ihracatı, Şubat ve Mart'ta 5. sıraya, Nisan ve Mayıs'ta ise geçen yılın aynı aylarına göre ortalama yüzde 434 artış göstererek 1. sıraya yükselmişti.

Mayıs ayında en fazla ihracat yapılan ülke de İran olmuştu. Bu ülkeye yapılan ihracat 2011 Mayıs ayına göre yüzde 513.2 artarak 1.66 milyar dolar olurken bu rakamın 1.39 milyar doları altın ihracatındandı.

İran’la altın ticaretinin bir yolu da Zarrab ailesinin şirketlerinin olduğu Birleşik Arap Emirliği’ydi. 2012 yılında BAE ile altın ticareti de 250 kat birden artmıştı.

30’lu yaşlarının başındaki Zarrab Türkiye’nin ekonomik verilerini değiştiren bir güce erişmişti.

Tabii, ambargodaki bu açık üzerinden İran’a nakit girişinin sürmesi, ABD’nin gözünden kaçmadı. Bu altın ticareti ile yurtdışında onlarca haber yapılmıştı.

http://edition.cnn.com/2012/11/29/world/meast/turkey-iran-gold-for-oil/index.html

https://www.reuters.com/article/us-emirates-iran-gold/exclusive-turkish-gold-trade-booms-to-iran-via-dubai-idUSBRE89M0SW20121023

Ve 1 temmuz 2012 itibarıyla ABD, Obama’nın imzasıyla İran’a yönelik ek bir yaptırım paketini (Executive Order 13622) devreye soktu. Paket, İran’a altın başta olmak üzere değerli metal satışını ambargo kapsamına sokuyordu.

https://www.gpo.gov/fdsys/pkg/DCPD-201200607/pdf/DCPD-201200607.pdf

Yeni yaptırımla ilgili haber yapan Reuters’in aklına hemen Türkiye’nin Halkbank üzerinden yaptığı altın ticareti gelmişti.

https://www.reuters.com/article/us-iran-turkey-sanctions/exclusive-turkey-iran-gold-trade-wiped-out-by-new-u-s-sanctions-idUSBRE91F01F20130216

1 temmuz 2012 itibarıyla İran’a altın ihracatı ambargo kapsamına girince, Zarrab rotayı Birleşik Arap Emirlikleri’ne çevirdi.

Nasıl yaptığını tam olarak kimse bilmiyordu ama altın, BAE üzerinden İran’a ulaşmaya başlamıştı. Bu karar Türkiye’nin toplam ihracat rakamlarını tekrar değiştirdi. 1 Temmuz’daki İran’a altın ambargosu kararından hemen sonra Ağustos ayında ihracat şampiyonluğu İran’dan BAE’ye geçmişti. İhracat’ın en büyük kalemiyse altındı. İran’la ihracat ise birden yüzde 70 düşmüştü.

http://www.hurriyet.com.tr/iran-bitti-baeye-altin-ihracati-patladi-21575187

Zarrab, 2015’de katıldığı meşhur bayraklı röportajda (muhtemelen röportajın yapıldığı yer Türk bayrağının yanında görünen şirket bayrağına bakılırsa şirketiydi)

1 Temmuz 2012’den itibaren ABD, İran’a altın ihracatına ambargo getirince, BAE üzerinden ambargo kapsamına girmeyen acil ilaç ve gıda ihracatıyla, İran’ın Halkbank’taki bloke parasını çektiklerini anlatmıştı.

İki devlet arasında olmayan, bir tüccarın yürüttüğü bu ticaretle ilgili ilk resmi açıklama Kasım 2012’de Meclis Bütçe Komisyonu’nda bir soru üzerine ekonominin patronu Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’dan geldi:

“Türkiye olarak İran’dan aldığımız gazın parasını biz TL olarak İran’ın Türkiye’deki hesabına yatırıyoruz. Fakat İran’ın o parayı dolar olarak kendi ülkesine götürmesi mümkün değil, uluslararası kısıtlamalar, ABD’nin yaptırımları sebebiyle. Dolayısıyla İran bunu döviz olarak kendi ülkesine götüremeyince, o TL’yi kendi hesabından çekiyor, altın alıyor piyasadan. Altını kendi ülkesine götürüyor. Bunu nasıl götürüyor bilmiyorum ama işin özü bu.”

“Bunu nasıl götürüyor bilmiyorum” Galiba en kritik nokta burası. New York’taki davanın iddianamesindeki suçlamaların önemli bir kısmı da altınların ve diğer ihraç ürünlerinin nasıl götürüldüğü, ya da gerçekten götürülüp, götürülmediği üzerine kurulu.

52 sayfalık iddianamede üç tür yöntem üzerinden ambargo delme ve uluslararası ticaret kanunlarını ihlal etme suçlaması yöneltiliyor.

İlk suçlama iddianamede “Turkish Bank-1” diye geçen Halkbank’taki İran Merkez Bankası, İran Milli Petrol Şirketi ve İran Milli Gaz Şirketi’nin ambargo nedeniyle bloke hesaplarındaki paranın, İran’a altın ihracatıyla çekilip, gelirlerin İran hükümetine ulaştırılması.

İkinci suçlama bankadaki parayı altın ihracı için çekip aslında altın ihraç etmemek, yani bir çeşit hayali ihracat yaparak ülkelerarası ticaret kurallarını ihlal etmek.

Üçüncü suçlama ambargo dışı olan yiyecek ve tıbbi ürünleri ihraç etmek için bankadaki İran parasını çekip, aslında bu ürünleri ihraç etmemek. Evraklarda sahtecilik yapmak.

Ve bu üç yolla da İran’a nakit girişi sağlayıp ambargoyu delmek.

Doğrudan Halkbank’a yönelik suçlama bu transferlerin parçası olmak ve bu transferleri örtüp Amerikalı hazine yetkililerinden gerçeği saklamak.

Son suçlama aslında BNP Paribas, Commerzbank, ING ya da HSBC’ye açılan davalarda yöneltilen suçlamanın çok benzeri.

Ama onlardan farklı olarak davanın doğrudan bankaya değil, kişilere dönük bir ceza davası olarak açılması ve iki kişinin tutuklanmasının arkasında herhalde örgütlü suç iddiası var.

Herhalde diyoruz çünkü muhtemelen Türkiye’yle ABD ilişkileri iyi olsaydı, bu mesele böyle sert bir hukuki yöntemle çözülmeyecekti.

Buradaki terslik o örgütlü suçun bizzat mahkemedeki ifadesinde esas “organizatörü”nün sanıklıktan tanıklığa geçmiş olması. Zarrab, New York’taki mahkemede şemalar çizerek, iddianamede savcının anlattığından daha fazlasını anlattı. Halkbank’tan çekilen İran parasının nasıl finans sistemi içinde en az 1o adımda ülke ülke banka banka dolaştırılıp altından dolara, dolardan altına, ya da tümene çevrilip temizlendiğini ve İran’a sokulduğunu anlattı. Bunu yapan Halkbank değil, Zarrab’ın organizasyonuydu. Zarrab’ı oradan çektiğinizde iddianamede geriye, yine iddianameye göre “suçu” işlemek için ikna ettiği ve hatta yine savcının iddiasına göre “rüşvet verdiği” insanlar kalıyor. Hatta iddianamenin baş sanığı olarak kalan Hakan Atilla için iddianamede bu bile söylenmiyor ve Zarrab da bunu tanıklığıyla teyit etmiş oldu.

Hatta mahkemede delil olarak dinletilen bir Atilla-Zarrab telefon konuşmasında, Atilla’nın Zarrab’ın her tarafı çöl olan BAE’den gıda ihracı formülünden- ki hayali ihracat olduğu anlaşılıyor- hoşlanmadığı, “yapıyı böyle kurmamıştık” dediği de duyuluyor. Belki de Hakan Atilla, guilty plea hakkından yararlanıp, Halkbank diğer Avrupa bankalarınınki gibi uzlaşma yoluna gidebilirdi.

Yine iddianameden savcının bu suçun esas büyük aklının Türkiye değil, İran olduğunu gördüğünü de fark ediyoruz.

Zaten mahkemedeki ilk sunumunda savcı ilk önce “Ekonomik Cihad”dan bahsetti ve suç panosunun tepesine de Hamaney’in resmini koydu.

ABD Hazinesi’nin 2009’dan itibaren Halkbank’ı takibe aldığı malum. İddianameden 2015 yılında Zarrab’ın emailinin FBI tarafından hacklendiğini öğrendiğimize göre soruşturma uzun bir süre devam etmiş görünüyor. (Commerzbank soruşturması da beş yıl sürmüştü)

İddianamede yöneltilen suçlamalardan birinin İran’la petrol ve gaz karşılığı altın ticareti olması, altın ihracının ambargoya 2012 Temmuz’unda dahil olduğu düşünülürse, bundan sonraki yıllara ait devam eden bir ticarete işaret ediyor denebilir. Türkiye’deki ihracat rakamlarına göre İran’a altın ticaretinin büyük ölçüde durduğu görünen 2013’ün mayıs ayında ABD Senatosu’nın Dış İlişkiler Komitesi’nin sorularını yanıtlayan David Cohen, bir soru üzerine Türkiye’den İran’a gaz karşılığı altın gitmeye devam ettiği konusunda şüphesi olmadığını söylemişti.

https://www.gpo.gov/fdsys/pkg/CHRG-113hhrg80940/html/CHRG-113hhrg80940.htm)

2015 yılında soruşturmanın hala neden devam ettiğinin cevabı ise muhtemelen 2014 yılında İran’a yönelik mücevher ihracatı patlaması olabilir. ‘2012 ve 2013'de sırasıyla 12 ve 17 milyon dolarlık mücevher ihracatı yapılan İran'a 2014'te 818.5 milyon dolarlık mücevher ihracatı yapılmıştı. Ve bu ihracat ilginç bir şekilde 2014'ün Eylülünde başlamış ve 2015 Ocak ayında yapılıp bitmiş, suni bir ihracat gibi görünmekteydi.’

Parasının çoğunu Suriye’de Esad için harcayıp, ekonomik olarak zor günler geçiren İran’ı beş ayda mücevhere boğan isim tabii tahmin ettiğiniz gibi Reza Zarrab’tı.

http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ugur-gurses/para-transfercisine-sampiyon-odulu-1383875/

Hatta bu yüzden 2015 yılında kendi sektöründe ihracat rekortmeni olarak bakanlardan ödül bile aldı.

17/25 Aralık tecrübesine rağmen, farklı yöntemlerle ambargoyu delmeye devam etmesi, muhtemelen soruşturmayı mali bir banka soruşturmasından, bir ceza soruşturmasına dönüştüren etkenlerinden biri oldu.

2009’dan beri Halkbank’ı takip eden ABD Hazinesi müsteşarı David Cohen’ın ‘başarıları’ yüzünden 2015’de Obama tarafından CIA’nin iki numaraları koltuğuna oturtulduğunu ve 2017 ocak ayına kadar bu koltukta kaldığını da hatırlayalım.

Belki bu soruşturma Avrupalı büyük bankaların geçirdiği benzer soruşturmalar gibi para cezasıyla kapanabilirdi. Amerika’nın ambargo takıntısı parayla giderilebilirdi.

Ama benzer soruşturmalar geçirmiş Alman Commerzbank, Fransız Paribas ya da Hollandalı ING ile Türkiye’nin davası arasında üç büyük fark vardı.

Birincisi işlerinin tam ortasında bankacılar ve onların ambargoyu delmek için bulduğu finansal becerileri değil, genç ve güvenilmez bir İranlı işadamı ve onun icadı olan kirli yöntemler vardı.

İkinci fark böylesine bir kişinin, İran çıkarları için Türkiye’nin ekonomik verilerini değiştirecek güce ulaşmasına müsade eden, üstelik akan para nehrinden, kendilerine doğru dereler akıtmaya da çalıştıkları görünen bazı siyasetçi ve bürokratlar.

Ama onların akıllarına bile gelmeyecek esas fark polis, savcı, hakim, Halkbank, Hazine yöneticisi kılığında kendi ülkesine gol atmaya çalışan bir örgütün varlığı olmalı.

Türkiye’nin, bu davayı kendi iktidar hesaplaşmaları için açarak, adil bir biçimde bu davadaki suçlarla yüzleşmesini engelleyen ve işi New York’ta bir mahkemeye, hem de bu haliyle taşıyan ve hala daha havayı zehirleyen en önemli etken işte bu belalı alamet-i farikamız.

Son yazıda bu davayla FETÖ arasındaki ilişkilere bakalım.

YORUMLAR (53)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
53 Yorum