Kötü yönetim krizi yine ve yeniden
Hangi göstergeye bakılırsa bakılsın Türkiye ekonomisinin 2013 yılından itibaren bozulduğu, ancak 2018 yılında başlayan yeni hükümet sisteminden sonra ekonominin bütün göstergelerinin hızlı ve yüksek biçimde bozulduğu görülmektedir.
Ekonomideki bozulmanın temel nedeni Merkez Bankası’nın politika faizinin “önemsizleştirilmesidir.” (Önemsizleştirme kavramı bir önceki Hazine ve Maliye Bakanına –HMB- aittir.)
Bir Bakan Türk parasının değerini gösteren politika faizini nasıl olur da önemsiz hale getirdik der? Acaba kendi işyerindeki ürünlerin değerini de (fiyatını) önemsiz hale getirebilir mi?
Neyse bu Bakanın Heteredoks politikaları ekonomiye çare olmadı ama AK Partinin seçimi kaybetmesine de neden olmadı.
Piyasalardaki fiyat dinamiklerini bozan “yüksek faiz enflasyonu artırır” önermesinin uygulayıcıları seçimlerden hemen sonra görevden alındılar. Demek ki başarılı değillermiş. (“Kredi alma abi diyen” TCMB Başkanı ödüllendirildi ve BDDK Başkanı olarak atandı.)
Yerlerine yeni bir Merkez Başkanı ve HMB atandı. Bakanın ilk ifadesi “rasyonel politikalara dönülmesiydi.” (Demek ki o güne kadar uygulanan politikalar irrasyonelmiş.)
Bakanın atandığı 4 Haziran’dan bu yana en somut icraat politika faizinin mahcup biçimde iki defa yükseltilmesi ve Merkez Bankasına 3 liyakatli başkan yardımcısının atanmasıydı.
Bunların bir icraatı da yabancı bankaların yetkilileriyle İstanbul’da düzenledikleri toplantıydı. Amaçları batı dünyasından Türkiye’ye fon gelmesiydi.
Hem Bakan hem de Cumhurbaşkanı Yardımcısı ekonomi politikası olarak yasal olarak her yılın Eylül ayının ilk haftasında yayımlanması zorunlu olan Orta Vadeli Programı işret ettiler.
Ortalık yangın yeri ama yetkililer pek bir mutmain.
İçinde bulunduğumuz kriz, 5 Nisan 1994’den önce yaşadığımız krizin bir benzeridir aslında.
5 Nisan 1994’te ben genç bir Planlama Uzmanıydım. O günlerde neler yapıldı diye DPT’den değerli büyüğüm Zafer Yükseler beyle konuştum. Yaşadıklarını anlattı ben de dinledim.
Değerli okur izin verirseniz öğrendiklerimi sizinle de paylaşacağım.
Nasıl mı?
Gelin başlayalım.
5 NİSAN ÖNCESİ EKONOMİK GELİŞMELER
1980’li yılların ikinci yarısından itibaren kamu açıkları artmaya başlamıştı. Bu açıklar 1980’lerin başlarında ekonominin serbestleştirilmesi ve dışa açılması yönündeki gelişmelerden beklenen faydaları sınırlandırıyordu.
Genişlemeci maliye politikaları iç talebe dayalı istikrarsız bir yapının oluşmasına ve yüksek fiyat artışların kronik hale gelmesine neden olmuştu.
1989 yılında sermaye hareketleri de serbestleştirilmişti. Uluslararası sermaye hareketlerinin serbest bırakıldığı bir ortamda yüksek kamu açıkları nedeniyle iç faizler de artmıştı. Düşünsenize kamu kesimi borçlanma gereğinin GSYİH’ya oranı 1988 yılında yüzde 0,7 idi. 1992 yılında bu oran beş kat artarak yüzde 3,5’e çıktı. Bu hızlı artış faizleri de yukarılara çekti.
Faizlerin artmasıyla beraber kısa vadeli sermaye girişleri de kontrolsüz biçimde ve hızla artmaya başladı.
Bu kontrolsüz sermaye girişleri artan ithalatın ve kamu açıklarının finansmanına katkı sağlıyordu. Bu iyi gibi görünüyordu.
Bu kısa vadeli fon girişi bir taraftan Türk lirasının yabancı paralar karşısında değer kazanmasına neden olmuş, diğer taraftan da kısa vadeli ve çok yüksek faizli bir dış borçlanmayı beraberinde getirmişti.
Değerli büyüğüm Zafer Bey bu dönemde DPT içerisinde yapılan toplantılarda “ekonomiye yönelik bir takım yapısal tedbirlerin yapılmasının gerekliliğinin” dile getirildiğini söyledi.
Ancak o vakit ANAP iktidarının bakanları DPT’den zerre kadar haz etmiyordu.
1991 SONRASI GELİŞMELER
Derken 1991 seçimleri geldi ve iktidar değişti. DPT Müsteşarı olarak eski bir planlamacı olan İlhan Kesici atandı. Sorumlu Bakan da Tansu Çiller idi.
İlhan bey durumu hızlı biçimde kavradı. İlk yaptıklarından birisi iyi bir iktisatçı olan ve OECD Büyükelçiliğinde müşavir olarak kızağa çekilen Necati Özfırat’ı Müsteşar Yardımcısı olarak atamasıydı.
O dönem DPT yönetimi ekonomik gelişmeleri değerlendiren, ekonomideki bozulmayı anlatan ve yapılması gerekenleri öneren bir rapor hazırlamıştı. Bu rapor ilgili kurumlara “gizli” ibaresiyle gönderilmişti.
Ne var ki özelde DPT’den ve genelde de ekonomiden sorumlu Bakan Çiller de DPT’den zerre kadar haz etmiyordu.
Makam odasının da bulunduğu binadaki DPT uzmanlarıyla çalışmak yerine “beyninin yarısı olduğunu” iddia ettiği Hazine Müsteşarıyla çalışıyordu.
Derken, 1993 yılında Cumhurbaşkanı Turgut Özal vefat etti. Başbakan Demirel Cumhurbaşkanı, Sayın Çiller de DYP Genel Başkanı ve Başbakan oldu. İlhan bey istifa etti, yerine Necati Özfırat vekâlet etmeye başladı. DPT’den sorumlu Bakan ise bürokrasi kökenli eski bir hesap uzmanı olan Aykon Doğan’dı.
İşte film de tam da bundan sonra koptu.
FAİZLERİ DÜŞÜRÜN!
Çiller göreve başlar başlamaz kısa vadeli hedeflerinden birisinin kamu açıkları üzerinde baskı yaratan faizleri düşürmek olduğunu açıklamıştı. (O dönemdeki Çiller’in faiz düşürme inadı, Sayın Cumhurbaşkanının bugünlerdeki düşük faiz inadının bir benzeri idi.)
Ancak faiz oranlarını düşürmek için kamu finansmanın dengesinde kalıcı iyileşme sağlayacak tedbirler almak yerine, borçlanma ihalelerini iptal etmiş ve/veya borçlanma miktarlarına sınırlama getirmiştir.
O dönemde yapılan ikinci günah ise kamu açıklarının Merkez Bankasının karşılıksız olarak bastığı parayla karşılanmasıydı.
Karşılıksız basılan parayla kamu net borç ödeyicisi haline gelmişti. Böylece piyasalarda likidite bolluğu oluşmuştu. Likidite fazlası enflasyonist baskıları ve Türk Lirasının değer kaybına ilişkin bekleyişleri artırmıştı.
Uluslararası derecelendirme kuruluşları Türkiye’nin notunu düşürmüştü. Ülke riski arttığından dış kredi temininde güçlükler yaşanmış ve döviz kurları üzerinde ilave baskı yaratılmıştı.
Merkez Bankası kurlarıyla piyasa kuru arasındaki fark % 20’nin üzerine çıkmıştı.
1989 yılında sermaye hareketleri ve döviz fiyatları serbestleştirildi demiştim ya.
Merkez Bankası 27 Ocak 1994 tarihinde kurlardaki yükselişi durdurmak ve piyasadaki likiditeyi çekmek amacıyla, Türk Lirasının konvertibil ilan edilmesinden sonra ilk kez devalüasyon yapmış ve Türk Lirasının dolar karşısındaki değerini % 12,2 oranında düşürmüştü.
Bu arada Merkez Bankası faizleri artırmıyor, dönemin Başbakanın beyninin öbür yarısı olan Hazine Müsteşarı bugünlerde olduğu gibi ülke ülke dolaşarak borç arıyordu.
Yazının başlığını Prof. Dr. Fatih Özatay’ın 1994 krizini analiz ettiği bir makalesinden aldım. Hoca akademik makalesinin başlığını “The lessons from the 1994 crisis in Turkey: Public Debt (mis)management and confidence crisis” şeklinde belirlemişti. Türkçesiyle o dönemde yaşanılanlar “kamu borcunun kötü yönetimi ve güven kriziydi.”
Değerli okur şu ana kadar anlattıklarım bugünlere ne kadar benziyor değil mi?
Buraya kadar anlattıklarıma bakarsanız evet.
Ama daha anlatmadıklarım var.
Nasıl mı?
Devam edelim.
O zamanlar bugünlerden farklı olarak son derece liyakatli yöneticilerden ve uzmanlardan oluşan bir Devlet Planlama Teşkilatı vardı.
DPT yönetimi Tansu Çiller’in gittiği yolun yol olmadığını her fırsatta ve ortamda söylüyordu.
DPT’nin öncülüğünde kamu bürokrasisinde yükselen homurdanmalar Tansu Çiller’de de bir tedirginliğe yol açtı ve bu tedirginlik Çiller’e geri adım attırdı. DPT’den sorumlu Bakan Aykon Doğan devleti biliyor ve bu nedenle de DPT’ye büyük destek veriyordu.
Ekonomide başlayan hızlı bozulmasının düzeltilmesi için kapsamlı bir istikrar paketinin hazırlanması gerekiyordu.
Başbakan Tansu Çiller ekonomimin anahtarını Hazine Müsteşarlığı’ndan aldı ve DPT’ye verdi.
DPT’nin hazırlıklarını zaten önemli ölçüde tamamlamış olduğu “Ekonomik Önlemler Uygulama Planı” 5 Nisan 1994 tarihinde açıklandı.
O dönemki yetişmiş insan gücü ve devlet adamlığı birikimi olmadığı sürece ne ekonomi politikası hazırlanır ne de uygulanır.
Nitekim bu dönemde kamu bürokrasisinde böyle bir istikrar paketini hazırlayacak entelektüel birikim maalesef bulunmamaktadır.
Mevcut durum Osmanlı’nın çöküşüne neden olan “kaht-ı rical” durumudur. Türkçesiyle “basiretli devlet adamı kıtlığıdır.”
Konuya devam edeceğim.
İyi pazarlar.