Paradigma değişecek mi?
Başkanlık ya da mevcut sistemin devamı; AB’ye girmek ya da girmemek tercihi son noktada –içeriği dışında- benim için çok da önemli değil. Beni asıl ilgilendiren başkanlık sistemi ya da AB’den vazgeçmenin Türkiye için bir paradigma değişikliği getirip getirmeyeceği. Eğer bu tercihler Türkiye’nin kurucu iradesinin vaktinde birtakım gerekçelerle inşa ettiği gibi Kürtleri, Alevileri, Etnik-dini grupları yok saymaya devam edecek ve eskisi gibi tek tipleştirici ama bu sefer Sünni-Türk çizgisini dayatacak ve zaten yeterince geliştiremediğimiz demokrasiden taviz verilecekse orada biraz durup düşünmek gerekiyor.
Neden? Çünkü Türkiye neredeyse bir asırdır Türk-Sünni-Laik bir dayatma içinde tüm azınlıkları yok saydı, dindarları vicdanlarına ve evlerine hapsetmeye, camileri rejimin kalelerinden biri haline getirmeye çalıştı. Bu mücadelede istenen başarı gösterilemese de hemen her kesimde bilerek-bilmeyerek çok güçlü Kemalist refleksler inşa edildi. Bugünün sadece Türkü değil; Kürdü, Lazı, Çerkezi; Alevisi, Sünnisi… olan bitenlere çoğu kez bu Kemalist reflekslerle bakıyor. Örneğin Ak Parti Kemalist vesayetçi ve statükoculukla ne kadar mücadele ederse etsin Alevilik meselesinde ve DİB konusunda Kemalist reflekslerden vazgeçemiyor; Kürt sorununda zaman zaman çok önemli adımlar atsa da bir noktadan sonra bu konuda da Kemalist reflekslere teslim olmaktan kurtulamıyor.
Türkiye demokratikleşmesinin yolunun muhafazakâr-dindar çevrelerin tutumundan ve istekliliğinden geçtiğini vurgulayan bir kişi olarak bu çevrelerin tüm yaşananlara rağmen geçmiş ideoloji ile gerçek manada yüzleşemediğini görmek tuhaf bir durum.
Devletin düne kadarki din üzerindeki aşırı kontrolü ve Kemalistlere göre ‘Karşı Devrim’ dönemlerinde de muhafazakârların sorunları ön kapıdan çözmek yerine arka kapıdan çözme çabaları maalesef hem genel Sünni toplumu değiştirip-dönüştürürken hem de cemaat-tarikat yapılanmalarının tuhaf ilişki ağları geliştirmelerine ve devleti ele geçirilmesi gereken bir yer olarak görmelerine yol açtı. Bu açıdan aşırı sol örgütler ile tarikat-cemaatlerin pek bir farkı yok. Bugün FETÖ ihanetini ortaya çıkaran süreç maalesef bu ikircikli politikaların bir ürünü olarak karşımızda duruyor.
Tarikat ve cemaatler yasadışı yollarla faaliyet gösterdikleri için hem tanınmanın hem de resmen tanınmamanın nimetlerini kullanarak bambaşka işlere tevessül edebilenleri çıkmaktadır. FETÖ’de ilmik ilmik dokuyarak uzun yıllar içinde devletin hemen her kademesinde kendisine mevzi edinirken kendisinden kabul etmediklerini ya da işbirliği yapmayanları sistemin dışına ittiğini görüyoruz. Daha bundan 4-5 yıl öncesine kadar devlette çöpçülük için bile FETÖ’nün referansı aranır hale getirilmişti.
Başkanlık sistemi tüm bu çarpıklıkları değiştirecek; temel hak ve özgürlüklerimizin alanını genişletecek, siyasi ve kültürel haklarımızı evrensel kabullere yaklaştıracak, bu ülkede dini ya da etnik farklarımız nötrleşecekse buyursun başımızın üzerinde yeri var.
MHP ile yapılan pazarlık sonrası çıkacak bir değişikliğin günlük bir çözüm olmaktan öteye gidip gitmeyeceğini bilemesek de düne kadar Türkiye’nin kanayan hiçbir yarasına şoven bir milliyetçilikten başka bir yanıt üret(e)memiş bir partinin başkanlık sistemini daha demokratik, özgürlükçü, paylaşımcı yapabileceğini düşünmek pek mümkün görünmüyor.
Sık sık yüzyıllık parantezden bahsedenler, Türkiye’nin dışlanan ve yok sayılan diğer kesimlerini de içine alacak yeni bir Türkiye inşa edilebilecek mi bence bütün mesele burada. Umutlu olmak için çok sebep olmasa da ben yine de ümitlenmek istiyorum. İnşallah o güzel günlere hep birlikte ulaşabiliriz.