Necmettin Yılmaz’a rahmet!
Ölüyorum tanrım
Bu da oldu işte.
Her ölüm erken ölümdür
Biliyorum tanrım.
Ama, ayrıca, aldığın şu hayat
fena değildir…
Üstü kalsın…”
Cemal Süreya’nın dediği gibi her ölüm erkendir; görecek günler vardır daha yaşarken çok da umursamadığımız…
Geride kalanları dünya dertleri ile baş başa bırakırken; ölümlerin kimisi derin bir hesaplaşmaya iter bizi hayata isyan edercesine; kimisi bir haberdir sadece anlık üzüldüğümüz…
Bu toprakların insanıyız biliriz “yiyecek ekmeğin, alacak nefesin varsa” ecel gelmez kapıya. Gelmez gelmesine de eceli getirenlere, sebep olanlaradır öfkemiz… Kuyuyu taşlayanla, Rabbini taşlayan adamın kıssasını da biliriz amma kuyu ile ölümü birleştirenedir öfkemiz.
“Bir garip ölmüş diyeler, üç gün sonra duyalar”
***
Bazı ölümler var ki gerçekten de erkendir, hele bir de zalimin elinden olursa yarası kolay kapanmaz. Ama gel gör ki acılar bile bizi kolay kolay birleştiremez. Ağıtlarımız bile ayrıdır; birimizin yücelttiği ölüm diğerimiz için anlamsızdır!
Hele bir de ölümleri yarıştırmaya görelim…
En vicdanlı ve erdemlilerimiz bile pusulayı şaşırır. Birine şiirler yazıp, gözyaşı dökerken diğerini umursamaz! Diliyle “hakettiğindendir” demese de bakışlarında görürsünüz titremez kalbindeki tek bir damar bile.
“Kardeşim, ne demek istersin?” dediğinizi duyar gibiyim ama öyle pat diye söylenmiyor işte. Çünkü bu topraklarda herkesin kara kaplı bir defteri ve acınacak-acınmayacak ölümleri var.
Ben örnek vereyim de siz kendinizce kıyas biçin; ya da biçmeyin!
Meşhurlardan başlayayım; Adnan Menderes ve arkadaşlarına mı çok üzüldünüz yoksa Deniz Gezmiş ve arkadaşlarına mı? Erdal Eren mi yoksa Mustafa Pehlivanoğlu mu daha acı? Ali İsmail Korkmaz’ın ölümü mü yoksa Yasin Böri’nin ölümü mü daha haincedir sizce?
Madımak mı Başbağlar mı desem? Molotof kokteyli ile yanan Ayşegül mü yoksa havan topuyla parçalanan Ceylan mı daha çocuk gözünüzde? Berkin Elvan desem, Roboski desem, yatağında uyurken şehit edilen üç polis ve daha niceleri… Yazamadıklarım, yazmayıp da bilmediklerim…
Peki, Necmettin Yılmaz desem kaçımız bilir?
Belki bir haber saatinde ya da bir gazetede-internette gözünüze öylesine çarptı. 23’ünde gencecik bir delikanlı daha sevecek ve yaşayacak zamanında güya kendince haklı mücadelesi olduğunu söyleyecek ve bir zamanlar Beyaz Toroslara öfkeli ellerce kahpece vurulup bir kuytuda çekip gitti aramızdan.
Ecel mi gelip erken buldu yoksa birileri mi eceli ona erken getirdi. Eminim bunun da teolojik-ideolojik onlarca farklı cevabı vardır heybelerimizde…
Ne garip Ahmet Arif’in “Otuz Üç Kurşun”unu hatırlattı bu ölüm:
“Vurulmuşum
Dağların kuytuluk bir boğazında
Vakitlerden bir sabah namazında
Yatarım
Kanlı, upuzun...
Vurulmuşum
Düşüm, gecelerden kara
Bir hayra yoranım çıkmaz
Canım alırlar ecelsiz
Sığdıramam kitaplara
Şifre buyurmuş bir paşa
Vurulmuşum hiç sorgusuz, yargısız
Kirvem, hallarımı aynı böyle yaz
Rivayet sanılır belki
Gül memeler değil
Domdom kurşunu
Paramparça ağzımdaki...”
***
Bence -yanılmak bize mahsus- bir takdir var şüphesiz ancak saati erkene almak da ertelemek de takdir-i ilahinin bir parçası. Kadere sığınıp ellerimizi bağlamak yerine yapılacak şeyler olmalı…
Hani Hz. Ömer’in Kudüs yolunda aldığı ‘veba’ haberi üzerine orduyu geri çevirdiğinde sahabeden bazıları “Ey Ömer, kaderden mi kaçıyorsun?” dediklerinde “Evet, Allah’ın bir kaderinden bir başka kaderine kaçıyorum.” dediği gibi.
Demem o ki, hayat belki de bu hali ile tecelli etmeyebilir! Allah’ın bizim için yayıp döşediği bu dünyada birbirimizin gözünü oymaktan, oyulmasına izin vermekten imtina etseydik, haklı ile haksızı görmek isteseydik; her birimiz kendi mahallesinde, kendi evinde vicdan denen melekeyi diri tutabilseydik; taşıdığımız emanetin hakkını verebilseydik… şairin dediği gibi:
“İnsanlar hangi dünyaya kulak kesilmişse diğerine sağır” (İsmet Özel) olmasaydı, aramızda “Emr-i bi’l ma’rûf ve nehy-i anil münker” bir topluluk olsaydı…
15 Temmuz şehitlerimizi hayır ile yad ederken belki de onlar da aramızda olurdu!..