Deli mi, neyiz?
Delilik suyu, delilik pınarı ya da delilik kuyusu diye bilinen ve farklı versiyonları olan kısa bir hikâye var, eminim ki hepiniz bir şekilde mutlaka duymuşsunuzdur. Uzak bir köy ya da ülkede bir kuyu-pınar-dereden akan suya bir şeyler karışır ve o sudan içen insanlar birer birer delirmeye başlar. Gel zaman git zaman ülkede bilge kişi-kral dışında herkes o sudan içmiş ve delirmiştir. İşler o denli karışmış, delilik almış başını gitmiştir ki bilge kişi-kral da kurtuluş için o sudan içmek ve deliler kervanına katılmaktan başka çıkar yol bulamaz.
Bu günlerde bazılarımız kendi mahallesinde deli rolü oynamakla o kadar meşgul ki akıl-izan terazisinde bir şeyleri tartmaya kalkmak neredeyse delilikle eş değer.
Sağcı-solcu, topçu-popçu olsan ne fayda? Bunların korkusundan mahalleden ayrık konuşmak ne mümkün!
***
“İşte burada, gözümüzün önünde duruyor” dediğimiz gerçekleri bile kavrayamayacak bir idraksizlik içindeki bu tayfanın korkusu yüzünden çoğumuz sus pus olmayı tercih ediyoruz. Yıllarca bize yapılırken kızdığımız, rahatsız olduğumuz şeyler başkalarına yapılırken rahatsız olacağımıza bunların yüzünden oldukça normal karşılıyor ve bir süre sonra da her şeyi normal kabul edip hak görüyoruz. Vicdanlı bildiğimiz kalemler dahi bir süre sonra vicdansızlıklarını bize vicdan örtüsü altından gizleyerek sunabiliyor.
Sanıyorlar ki hepimiz kör ve idraksiziz ya da öyle olmamızı istiyorlar. Bunun için de her türlü hassasiyetimizi kullanmaktan çekinmiyorlar. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanların, hakikatten çok hezeyanları ile yaşayanların ülkesinde yaşamanın zorluğu da doğal olarak gerçek delilere(?) düşüyor.
Yıllarca halkın evliyalardan-hocalardan imdat beklemesi gibi şimdi de bazı fikir adamlarımız düşünüp, konuşup, yazıp-çizebilmek için tembel öğrencinin duvarlardan medet umması gibi tepelerden bir hikmet, bir işaret bekliyor.
Aman ha tongaya gelip de terse düşmesinler! Hele bir üstatlar konuşsun ve bizi aydınlatsın, nemize lazım kendi akıl ve görgümüz...
Zaten biz garip gureba takımı asırlardır öyle ilimden hikmetten falan pek de anlamayız. Geçmiş büyükbaş zor beylerimiz boşuna koymamış iki kapak arasındaki 114 sure ile altı bin küsur ayetin önüne cilt cilt kitapları, külliyatları.
Biz küçük akıllıların “hırsızlık yapmayın”, “adil olun”, “hak yemeyin” “yalan söylemeyin” “zina etmeyin”, “dedi kodu etmeyin”, “harama el uzatmayın” vb. emirleri kavramak için beyinlerimizdeki milyonlarca hücre hiç yeter mi? Onun için birilerine ihtiyacımız var. Peki, bize rehberlik edenlerin rehberi kim?..
Tabii ki vatandaşı da yazar-çizer takımını da başıboş bırakmamak lazım maazallah ne demiş atalar “ya davulcuya ya zurnacıya kaçar.”
Kaçmayız efendim, kaçamayız!
Korkmayın her delinin bir akıl vereni bulunur bizim memlekette. Birazcık vicdanınız hafiften sallansa, size birileri adına “dur hele” diyecek ne yiğitler çıkar meydana.
Onun için korkmaya gerek yok! Asıl korkulması gereken akıl verenlerimizin değişmesi. Ya maazallah akıl-fikir verenlerimiz değişirse? İşte o zaman yandı gülüm keten helva. Bu yüzden çok da renk vermeye gelmez.
Küresel ısınmaya kimse bir şey diyebiliyor mu? Daha iki hafta önce “bu nasıl ısınma arkadaş?” derken, bugün “yandık anam!” diye düşünsek de susmak lazım… Şaka bir yana havalar da bu ara gerçekten çok sıcak.
Doğuya doğru giden gemide batıya doğru koşanların ülkesinden kolay kolay -kahramanlarımızın hakkını yememek şartı ile- Don Kişot’lar çıkmaz, olsa olsa pusucu olunur bu topraklarda. Zaten onlardan da mebzul miktarda var.
***
Bu yazıyı niye mi yazdık?
Bilmem, belki de bir zamanlar kendilerini “vicdanlı” bilip, yazılarında “hakikatin tınısını” duyduğumuzu düşündüğüm bir takım ustaların içinde bulundukları hal-i pür melal yüzünden yazmışımdır…
Kim bilir belki bize de bir gün zorla içtikleri sudan bir katre bahşederler!