Alevilere de yazık!
Vestfalya antlaşması imzalanırken sanıldığı gibi masanın etrafında kimse yoktu. Uzun bir süredir mezhep ve din yüzünden savaşlar ve katliamlar içinde birbirini yiyen Avrupalı kral ve prensler bu işin böyle gitmeyeceğini geç de olsa anlayarak çözüm arayışına girmişlerdi. Bırakın aynı topraklarda yaşamayı, aynı masada dahi oturmayı hazmedemeyecek derecede birbirlerine düşmanlık besleyen Katolik ve Protestanlar için acı da olsa bir orta yol bulundu.
Avrupa’da “Kral hangi dindense tebaası da o dindendir” şartı nedeniyle Kavimler Göçü’nden sonraki en büyük göç dalgası yaşanacaktı. İnsanlar ya din değiştirdiler ya da inançları uğruna topraklarını terk ederek göç ettiler. Yaşanan trajedi büyük de olsa akan kan ve ödenen maliyet nedeniyle bir şekilde anlaşmak ve barış yapmak çok daha önemli bir hal almıştı.
Birbirinden nefret eden insanların bu barışı Batı’nın yükselişini hızlandırdı. Batı, Roma’nın yıkılışından beri kendi kendini yiyip bitiren saldırganlığını artık kendi kıtasının dışına taşıdı ve egemenlik kurdu.
Bu girişin sebebi “siyaset ve diplomasi (S ve D) ne içindir?” sorusuna bir cevap arayışı içindi. Maalesef ülkemizde S ve D’nin gerekleri ve nasıl yapılması gerektiği konusunda büyük bir bilgisizlik hâkim. S ve D’yi bir çözüm aracı olarak anlamak yerine daha çok tekil doğrulardan ibaret sanıyoruz. Durduğumuz noktanın tek doğru olduğuna inanınca da diğerleri anlamsızlaşıyor.
***
Siyaset her alanı ele geçirip sosyo-kültürel- ekonomik ilişkilerimizi de belirlediğinde ise durum daha da vahimleşiyor. Farklı düşünsek bile düşüncelerimizin bir komün tarafından şekillendirilip yönlendirilmesine ses çıkaramıyoruz. Bu kıskaçtan çıkış sağlayacak sosyal-toplumsal-kültürel-ekonomik vasıtalar yeterince gelişmediği için de birey bu komünal yapıya kurban edilerek kişiliksizleştiriliyor. Aykırı hareketler o denli ağır bir şekilde cezalandırılıyor ki satılmış, aşağılık bir birey ve kalpazan olarak damgalanırken sosyal çevrenizi kaybediyor, dışlanabiliyor hatta ekmeğinizden aşınızdan dahi olabiliyorsunuz.
Pratikleri ile önümüzde duran bu yaşanmışlıklar insanları bir süre sonra inanmadıkları şeyleri dahi savunmaya zorlarken, düşünen bir bireyden çok fanatik taraftarlara dönüştürüyor. Bu açmazdan çıkmak isteyenler ise histerik bir ruh hali ile linç edilebiliyor.
Son günlerde bu linç kültürü mağdurlarından birisi de Hüseyin Dedekargınoğlu. 21 Mart Sultan Nevruz münasebeti ile devlet erkanın da hazır bulunduğu bir konferansta Aleviliğin temel ibadeti Cem’den kesitler sunması ve bu fırsatla Aleviliğin gerçekte ne olduğunun anlaşılmasına hizmet etme çabası bazı çevreleri fena halde rahatsız etti. Asıl üzücü olan ise yıllardır farklı siyasi odaklarla kol kola gezen ve Alevilerin sorunlarının çözümüne katkı sunmaktan çok kendi siyasi emelleri peşinde koşan, hoşlarına gitmeyen her gelişme ve kişiyi öğrendikleri sloganik yaftalarla etiketlemeye meraklı olanları eleştir(e)meyenlerin de bu linç rüzgarına kapılmaları.
***
Bugüne kadar siyasi bir hareketin yanında durmamaya özen gösteren ve elinden geldiğince Alevilerin sorunlarının çözümü için elini taşın altına sokmaktan çekinmeyen bir isme sırf hükümet erkanının da katıldığı bir toplantıyı düzenlediği için suçlamak akıl kârı değil.
Aleviliğin bazı değerlerinin barlara kadar indirilip, sarhoş sofralarında meze edilmesine ses çıkarmayanların ya da Alevilerin inançsal problemlerini kendisine hiç dert edinmemiş –başkanı bugün Alevi kökenli olsa bile- bir partiyle teşrik-i mesai etmesinde sakınca görmeyenlerin Dedekargınoğlu’na ve arkadaşlarına saldırmalarının izah edilecek bir tarafı yok.
Gerçekten çözüm isteyenlerin Dedekargınoğlu gibi “elâlem ne der?” demeden mücadele eden canlara ihtiyaçları olduğu gerçeğini görmeleri gerekiyor. Bırakalım birileri samimi olsun-olmasın. Amaç haklı talepleri en tepelere kadar iletmek, kabul ettirmek ve kamuoyu yaratabilmek ise gidilmesi gereken yol budur.