Musibete müşteri olmak
Bizim insanımız bela ve musibetle karşılaştığında çok kere ya feleğe çatar veya kadere laf sokarak rahatlar. Ama nedense başa gelen bela ve musibete bir şekilde müşteri olunduğunu ve çok kere belanın bile isteye satın alındığını düşünmeye pek yanaşmaz. Çünkü insanın kendi hata ve kusuruyla yüzleşmesi bile can yakar. Bu yüzden, bela ve musibetin kaynağı hep dışarıda, çoğu zaman metafizik boyutta, yani ilahi-ezeli yazgıda veya feleğin çarhında aranır. Oysa başa gelen kötü haller ve garip tecellilerde kaderi suçlamak veya ilahi yazgıya yaslanıp rahatlamak insanı aşırı alıngan, gücenik ve dolayısıyla çocuksu kılar. Çocuksu insan dengesiz insandır; melankoliye batmış duygusal tarafı çok güçlü, akıl ve makul tarafı çok güçsüz ve cılız olması hasebiyle de topal insandır.
İnsanın başına hayatta birçok musibet ve bela gelir. Musibet “körün taşı kelin başı” ya da “tesadüfün iğne deliği” gibi hiç beklenmedik bir anda insana dokunan ve can yakan durum diye tanımlanır. Arapçada “denemek, sınamak” anlamındaki “blv” kökünden türeyen belâ kelimesi ise hesapta olmayan “sıkıntı, dert” gibi manalarda kullanılır. Fakat gerçek şu ki hayat sahnesinde karşılaşılan hemen her musibet ve bela insanın bunlara müşteri olmasının, çoğu zaman kötü akıbeti pekâlâ öngördüğü halde içindeki şeytani zaaflar ve kışkırtmalara boyun eğerek musibet ve belayı bile isteye satın almasının mukadder sonucudur. Bu noktada kader olsa olsa “insan bile isteye musibet ve belayı satın aldığı takdirde can yakıcı sonuçlarına katlanır” şeklinde bir kader olur. Dolayısıyla Allah’ı durduk yere bela ve musibet yağdıran bir varlık gibi algılamak ve “kader” diye bir günah keçisi yaratmak kesinlikle yanlış ve Allah’a karşı da çok büyük bir haksızlıktır.
Kur’an’da “züyyine li’n-nâs” diye tabir edilen durum, aslında “bela ve musibete müşteri olma” durumudur. Bu durumu gerçek hayat alanına çıkarıp ona eylemsellik kazandıran faktör ise “züyyine” kelimesiyle işaret edilen, şeytani uyarıcılar ve kışkırtmalardır. Şeytani provokasyonların asıl adresi insanın iç dünyasıdır. İnsan kendi içindeki şeytanı ve şeytani kışkırtmaları gayet iyi tanır ama çoğu zaman bile isteye kendi şeytanının (dizginsiz arzular, hırslar, tamahlar, iştihalar) kışkırtmalarına tabi olmaktan sakınmaz. İşte musibet ve belayı davet eden durum, bu durumdur. Allah’ın ezeli-ebedi prensiplere dayalı insan ve toplum yasasında (sünnetullah) bir insanın ilk hata ve yanlışına musibet ve bela cezası kesmek gibi bir madde yoktur. Bela ve musibet çoğunlukla hata ve yanlışta bile isteye ısrar etmek ve bunu alışkanlık haline getirmek durumunda ortaya çıkar. Kaldı ki Âl-i İmrân 3/133-135. ayetlerdeki bildirimlere göre çok ağır bir günah işlemek dahi -samimi pişmanlık, tövbekarlık ve Allah’tan af dilemek söz konusu olduğu takdirde- mümin insanın müttakilik ve muhsinlik vasfını ortadan kaldırmaz. Bu noktada yıkıcı olan ve insanı bela/musibetle karşılaştıran durum, hata ve günahta bile isteye ısrarcı olunmasıdır. Kur’an’ın “Başınıza gelen bela ve musibetler kendi fiillerinizin/tercihlerinizin sonucudur” şeklindeki beyanında anlatılmak istenen şey de muhtemelen budur. Özellikle “Başınıza gelen her musibet kendi yaptıklarınız yüzündendir. Böyleyken, Allah yaptığınız yanlışların birçoğunu da bağışlar” (Şûrâ 42/30) mealindeki ayet, bela ve musibeti davet eden birçok iradi yanlışın Allah tarafından yok sayılıp görmezden gelindiğine dikkat çekmesi hasebiyle çok çarpıcıdır.
Kuşkusuz, insanın kendi iradesi ve tercihi dışında bela ve musibetle karşılaşma durumu da vardır. Bu durumda sergilenecek tavır, istircâ’ ayetindeki “innâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn” (Bakara 2/156) ifadesiyle işaret edilen sabır, metanet ve teslimiyet tavrıdır. Bu tavır insanın hamlığını alır, manen arındırır ve ahlaki kişiliği olgunlaştırır. Kaldı ki birçok hadiste küçük ya da büyük her bir musibetin, sabır ve metanetle karşılanması halinde günahlara kefaret sayılacağı da vurgulanır. Burada söz konusu olan kefaretin belki de en önemli veçhesi musibet ve belanın akıllanma, arınma ve olgunlaşmaya vesile olmasıdır. Kaldı ki “belâ” mutlak manada sıkıntı, dert, musibet manası taşımaz. Kur’an kimi belaları “güzel, hoş bela” (belâ-i hasen) diye tanımlar (Enfâl 8/17).
Öte yandan, bir hadiste, en şiddetli belalara uğrayanların peygamberler ve onlara en çok benzeyen kimseler oldukları vurgulanır (Tirmizî, “Zühd” 56; İbn Mâce, “Fiten” 23). Bunun böyle olması gayet doğaldır. Çünkü insanın gerçek şahsiyeti “bela” (deneme) ve “ibtila” (denenme) halinde ortaya çıkar. Deri için tabaklanma neyse insan için bela ve ibtila da odur; altın ateşte, insan mihnette belli olur. Ahlâkî duyarlılıkla düşünüldüğünde, her nimet bir bela, her bela da bir anlamda nimet sayılmalı, kemal sahibi olmayı önemseyen her insan bela-nimet dengesini hem sabreden hem şükreden kul olarak kurmalı, ayrıca müşterisi olduğu bela ve musibeti bir taraftan manevi arınmaya vesile kılmalı, bir taraftan da bile isteye yanlışta ısrar ederek musibete müşteri olmamak gerektiği hususunda aklını başına toplamalıdır.