Merhaba, hoşgeldin, ey rûh-i revânım, merhaba!

Başlıktaki hoş selamlama mutasavvıf-şair Seyyid Nesîmî’nin (ö. 820/1417[?]) dilinden dökülmüş ve bu sözü içeren şiir Hüseyin ve Ali Rıza Albayrak kardeşler tarafından hazırlanan “Bâtınî Nefesler” isimli müzik albümünde Erkan Oğur’la birlikte çok güzel yorumlanmış bir türküye dönüşmüştür. Kimi İslâmî kaynaklarda bâtınî-hurûfî görüşleri ve vahdet-i vücudcu eğilimlerinden dolayı “melâhide/zenâdıka” kategorisinde anılan Nesîmî bana göre “iyi ki bu dünyadan gelip geçmişler” diye düşündüğüm Hak âşıklarındadır. Ancak yaşadığı dönemde Halep’teki Sünnî ulema İslam’a aykırı görüşleri savunduğu, hatta ulûhiyet iddiasında bulunduğu şeklindeki suçlamalarla katline fetva vermiş ve bu fetva dönemin Memlük Sultanı el-Melikü’l-Müeyyed Şeyh el-Mahmûdî’nin onayını alan saltanat naibi Emir Yeşbek tarafından boynu vurulup derisi yüzülerek tatbik edilmiştir.  

Tasavvuf geleneğinde vahdet-i vücudcu düşünceye yakın olduğu bilinen Bursalı Şeyh Üftâde’nin “hakikate ulaşan kişi”, O[ğ]lanlar Şeyhi İbrahim Efendi’nin “tıpkı Hallâc-ı Mansûr gibi tevhid ehlinin ileri gelenlerinden biri” diye andığı Nesîmî’nin İslam fıkhında dahi caiz görülmeyen “müsle” (işkence) yoluyla öldürülmesi İslam tarihinde sözde dinî gerekçelerle işlenen siyasi cinayetlerin en trajik örneklerinden biridir. Zira Nesîmî’nin korkunç şekilde katledilmesine sebep aslında ne hurûfî eğilimleri, ne vahdet-i vücudçu görüşleri ve ne de bâtınî karakterli Kur’an te’villeridir. Denilebilir ki bunların tümü bahanedir; asıl sebep Nesîmî’nin Dulkadıroğlu Ali Bey’le kardeşi Nâsırüddîn ve Karayülük Osman, Karakoyunlu Hükümdarı Cihan Şah gibi devlet ricalini etkilemesinin yanı sıra halktan da geniş bir taraftar kitlesi edinmesidir. Gerek Halep civarında ve gerekse Anadolu coğrafyasında giderek büyük bir manevi nüfuz kazanan Nesîmî dönemin Memlük idaresini kaygılandırmış ve sonuçta siyasi bir tedbir olarak ortadan kaldırılmıştır.  

Nesîmî’den yaklaşık 500 yıl önce Hallâc-ı Mansûr’un Abbâsî halifesi Halife Muktedir-Billâh döneminde Hanefî kadısı İbnü’l-Bühlûl’ün muhalefetine rağmen diğer kadıların ortak fetvasıyla burnu, kolları ve ayakları kesildikten sonra idam edilmesi, ardından başı kesilerek Dicle üzerindeki bir köprüye dikilmesi, daha sonra da gövdesi yakılıp küllerinin nehre savrulması da haddizatında “enelhak” sözüyle ulûhiyet iddiasında bulunmasından öte, Abbâsîler’e karşı ayaklanan Karmatîlerle gizlice işbirliği yaptığı iddiasıyla ilişkilidir. Yani Hallâc da aslında dinî olmaktan öte, dinîlik süsü verilmiş siyasi gerekçelerle katledilmiştir. Hallâc ve Nesîmî ile ilgili tespitler Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddîn’in katli için de geçerlidir. Çünkü Şeyh Bedreddîn’in idam edilmesine yol açan temel sebep de ilhâd ve İbâhîliğe sapmak, “ahirette bedenler diriltilmeyecek” gibi Ehl-i sünnet itikadına aykırı görüşleri savunmaktan ziyade, etrafına topladığı kalabalık taraftar kitlesiyle Osmanlı idaresine karşı isyan bayrağı çekmesidir.  

Hallâc, Nesîmî ve Şeyh Bedreddîn gibi heterodoks mutasavvıfların genel dinî düşünce yapıları tarihsel süreçte idare-i maslahatçılık, sağcılık ve muhafazakârlığın en iyi temsilini üstlenen kurumsal Sünnîlikle kıyaslandığında “İslami sol” diye nitelendirilen kategoride yer alır. Özellikle Nesîmî “Fâş eyledim cihana enelhak rumuzunu, doğru haberdir anun için dâra düşmüşüm”, “Derde müştâk olmayan kimdir ki derman isteye, kabl-i mevti bilmeyen sen sanma kim din isteye” gibi mısralarından da anlaşılacağı üzere kendi davasına baş koyması, ne pahasına olursa olsun savunduğu görüşlerin arkasında durması ve bu yüzden başına gelen sıkıntılardan dolayı sızlanmaması hasebiyle bir bakıma “ilkeli” ve “dik duruş”un timsali olmuştur. Buna mukabil Nesîmî’nin katline fetva veren ulema, büyük ihtimalle uydurma olan ve fakat mana/mesaj itibariyle çok şey anlatan “Muaviye ve Dişi Deve” hikâyesindeki halk kitlesine biçilen rolle hemen hemen aynı rolü oynamıştır.  

Burada anlatmaya çalıştığımız hususun daha iyi anlaşılması için “Muaviye ve Dişi Deve”  hikâyesini aktarmak gerekir. Hikâye şöyledir: Hz. Ali’nin taraftarlarından Kûfeli bir adam Şam’a gelmiş, fakat Şamlı biri “Bindiğin bu dişi deve benimdir” diyerek deveye sahip çıkmıştır. Deve erkek olduğu halde Şamlı kişi, “Bu dişi deve benimdir” diye ısrar etmiştir. Bilahare mesele Muaviye’ye intikal edince her iki tarafı da dinlemiş, ardından “Bu dişi deve Şamlı’ya aittir” diyerek kararını halkın huzurunda ilan etmiştir. Daha sonra halka dönüp, “Ey cemaat! Bu dişi deve kimindir?” diye sormuş, halk da “Şamlınındır” diye karşılık vermiştir. Kûfeli adam bütün bu olan bitenler karşısında afallayıp kalmış, bu esnada Muaviye onu yanına çağırıp, “Kûfeli! Şimdi beni iyi dinle!” demiş ve ardından şunları eklemiştir: “Sen de ben de biliyoruz ki bu deve dişi değil, erkektir ve sana aittir. Fakat sen Kûfe’ye dönünce burada şahit olduğun manzarayı Ali’ye anlat ve ona şöyle söyle: “Ey Ali! Muaviye’nin etrafında dişi deveyi erkekten ayırt edemeyen, o ne derse evet diyen on bin adam var; o yüzden, ayağını denk al!” 

“Muaviye ve Dişi Deve” hikâyesi kurumsal din, siyaset, cemaat, tebaa (halk) gibi birçok farklı unsurla ilgili olarak bugüne dair de çok şey anlatmaktadır. Hani derler ya, anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna azdır.   

YORUMLAR (145)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
145 Yorum