Enseyi karartmak yok!
Öncelikle, “Hoca, siyaseti bırak da sen bize derin derin din anlat” muhabbetinden artık çok sıkıldığımı belirtmek durumundayım. Memleketin Kurtlar Vadisi dizisinden farksız hale geldiği bir süreçte, “Hoca sen bize derin derin din anlat” diyenler acaba neyi murad ediyorlar, bilemiyorum. Mafya ile siyaset arasındaki pis ilişkilerin adeta lağım gibi patladığı bir süreçte Kur’an ve tefsirden Zülkarneyn’in uzaya çıkıp çıkmadığını mı, Ulûmu’l-Kur’an’dan muhkem-müteşabih faslını mı yoksa “Ağlıyordu peygamber” modunda arabesk bir kıssa mı anlatmamı istiyorlar? Allah aşkına, söyler misiniz, şu süreçte nasıl bir pislik içinde yaşadığımıza gözlerimizi yumup da din adına ne anlatayım abime? Hadi, siz söyleyin, ama ben de şunu söylemeliyim: Din denilen şey, akıl ve iz’an/vicdan sahibi herkese nasıl bir pislik içinde yaşadığımızı anlatma sorumluğu yükleyen bir şeydir. İşte bu yüzden, burada her ne yazıyorsam, sadece aklımın ve vicdanımın değil, dinin/dinimin bana yüklediği sorumluluk duygusuyla yazıyorum. Bunu yaparken de motto gibi ayet, hadis ibareleri paylaşmak veya her cümlenin içerisine okkalı birkaç dinî terim oturtmak yerine dinin yanı sıra insanlığın maşeri vicdanında da mevcut olan temel ahlak normları üzerinden meram anlatmaya çalışıyorum. Ayrıca dinden konuşmak adına, muhalif çevrelere “kaliteli pamuk tıkamak” gibi karşılıklar vermekten de hicap duyuyorum.
Ne yazık ki bugün mafya, medya ve siyaset arasında, yani kimi yerin altından kimi yerin üstünden tebarüz eden figürler arasında hayli giriftleşmiş kirli ilişkilerin kanalizasyon gibi patladığı, salgın tedbirlerine ilişkin birtakım düzenlemelerin anayasal ve yasal açıdan kabul edilemezliğinin vicdanlı bir savcı -ki bu savcı HSK tarafından yargı ve hukuk namına(!) görevden uzaklaştırıldı- tarafından açıkça dillendirilmesinde görüldüğü gibi daha nice absürtlüklerin artık vaka-yı âdiyeden sayıldığı Türkiye’deki umumi hâl-i pür melâle hep birlikte şahitlik ediyoruz. Durum tek kelimeyle berbat, fakat böyle bir durumun sürgit devam etmesi de eşyanın tabiatına aykırı… Bu yüzden, enseyi karartmak yok, memleketten ümit kesmek yok… Yeri gelmişken itiraf etmeliyim ki ben de Türkiye’deki milyonlarca insan gibi 2002 yılında şimdiki siyasi iktidarın antidemokratik uygulamaları zaman içinde sonlandıracağı, özgürlükleri çoğaltacağı, hukukun üstünlüğü konusunda tavizsiz davranacağı, ortak aklı hep dikkate alacağı, güçler ayrımına dayalı demokratik bir düzen ve yönetimden taraf olacağı, yoksulluk ve yolsuzluğa savaş açıp millete huzur ve refah sağlayacağı, bilgi ve bilimi el üstünde tutacağı, devlet düzeninde ehliyet ve liyakati esas alacağı, din alanında cemaat/tarikat şımarıklıklarına prim tanımayacağı yönünde gerçekten büyük ümitler beslemiştim. Fakat özellikle 2010’dan itibaren görüldü ki meğer bütün hikâye, bir tek kişinin büyük bir siyasi hırsla kendine hedef tayin ettiği, “şahsım rejimi”ni kotarmaya endeksliymiş…
Ben bunu fark ettiğimde, tarihler 2010 senesini gösteriyordu. Bugün maalesef anayasa, yasa, kanun, nizam, hukuk namına hemen hiçbir gelenek ve teamülün kalmadığı, sadece “paşa gönül” kriterinin esas alındığı bir noktadayız. Bulunduğumuz bu noktadan ve durumdan çok daha vahim olan şey ise geçmişte kıymet atfedilen milli, manevi, ahlaki tüm değerlerin heder edilmiş olmasıdır. Nitekim bugün ahlaki duyarlılık denen değer, siyasi iktidar alanında pek bir anlam ifade etmemektedir. Bugün geçerli olan şey, ucuz siyasi popülizm ve pragmatizme dayalı ilkesizliktir. Gerçi artık eskisi kadar rağbet görmese de siyasi popülizm ve pragmatizm, ahlaki duyarlılık ve tutarlılık denen değeri çoktan silip süpürmüş haldedir. Şimdiki siyasi iktidar ortaklarının 15 Temmuz darbe girişiminden önceki süreçte birbirlerine ne kadar ağır sözlerle hitap ettiklerini bir düşünün, bir de bugün aralarında nasıl bir simbiyoz ilişkisi tesis ettiklerini düşünün, işte o zaman siyasi pragmatizmin nelere kadir olduğunu anlayabilirsiniz. Yine bundan dört-beş yıl önce, bir devlet büyüğümüzün, Mavi Marmara meselesiyle ilgili olarak, “Oraya giderken bana mı sordunuz?” demesini ve daha sonraki süreçte de iktidar medyasının İsrail’le anlaşmaya karşı çıkan İslamcılara atfen, “AK Parti, Mavi Marmara’daki manyak tiplerle, yani kafadan İsrail düşmanı, kafadan Batı düşmanı radikal İslamcı tiplerle artık yolları ayırmalı” diye ahkam kesmesini düşünün, bir de şimdi yine aynı devlet büyüğümüzün Davutoğlu ve Babacan’a atfen “İçimizdeki Mescid-i Aksâ’ları yıkmak isteyen hainler” demesini düşünün; işte o zaman siyasi popülizm ve pragmatizmin nemenem bir şey olduğunu daha iyi anlayabilirsiniz. Yahut seneler önce yine aynı devlet büyüğümüzün Fetullah Gülen’e, “Gel de bu sıla hasreti bitsin” diye çağrı yaptığını ve bilahare “Ne istediler de vermedik” diye acı itirafta bulunduğunu düşünün, bir de 15 Temmuz darbe girişiminden sonra, “Rabbim de milletim de bizi affetsin” diyerek her şeyi bir çırpıda nasıl temize çektiğini düşünün, işte o zaman Türkiye’de siyaset mekanizmasının nasıl işlediğini kesinlikle daha iyi anlayabilirsiniz.
İşte bu minvalde yaklaşık yirmi yıl kadar siyasi iktidarda kalmak, kuşkusuz herkese nasip olmayacak bir başarıdır(!) Bu başarının özellikle 2017 referandumundan sonraki süreçte demokratik terbiyenin sınırları zorlanarak, çoğu zaman da yok sayılarak Türkiye’yi demokrasi liginde küme düşürmek ve aynı zamanda milli, manevi değer namına ne varsa hemen hepsini kültürel kamplaşma ve kimlik siyaseti uğruna tüketmek suretiyle elde edildiği gün gibi aşikârdır. Şimdi içinde bulunduğumuz durum, büyük bir yıkım durumudur. Fakat bu yıkımın kendi failini yıkacağı da kuşkusuzdur. İşte bu yüzden, enseyi karatmak yok, güzel günler göreceğimizden yana yes’e düşmek de yok… Fakat “yok” derken, bundan böyle yan gelip yatmak, olup bitenlere aval aval bakmak yerine hukuk, adalet, demokrasi, özgürlük, emek, ehliyet ve liyakat gibi tüm değerlere ırz ve namus gibi sahip çıkmak şartıyla yok…