Deontolojik ahlâk ve sıcak ontoloji
Bugünkü dünyada gerek kendi içimizde gerek ötekilerle ilişkimizde en fazla ihtiyaç duyduğumuz şeylerden biri, yasa kılığındaki buyurgan etik davranışlardan ziyade ödev, sorumluluk ve adalet duygusuna dayalı bir ahlak ve ahlaklılıktır. Burada söz konusu olan ahlak, kahramanlık gösterisinden alabildiğince uzak olan, fakat gerçek hayatta sessiz ve derinden etkisini ortaya koyan bir ahlaktır. Bu nitelikteki ahlak müslüman birey nazarında Allah’ın tam da bu istikamette bildirdiği emirlere bağlanabilir. Mesela, Nisâ 4/135 ve Mâide 5/8 gibi ayetlerde adalet kavramına atıfla vurgulanan ahlak ve ahlaklılık mutlak (koşulsuz) olarak emredilir ki bu ilâhî emirdeki mutlaklık bir yönüyle Kant’ın ödev ahlakına dair söylediklerini akla getirir. Kant’ın felsefesinde ödev, yerine getirmeyi kendi isteğimizle üstlendiğimiz, sorumluluk yüklendiğimiz bir buyruktur. Bu buyruk insanı dışarıdan koşullayan hipotetik bir buyruk değil, bizzat kendimiz için vaz ettiğimiz koşulsuz buyruktur (kategorik imperatif). Bu koşulsuz buyruk, “Öyle davran ki davranışının temelindeki ilke tüm insanlar için geçerlilik arz eden evrensel bir ilke veya yasa olsun; insanlığı, kendinde ve başkalarında bir araç olarak değil, her zaman bir amaç olarak göresin” şeklinde formüle edilen temel prensiplere dayanır.
***
Ödev gereğince işlenen her fiil ahlâkî değerini bu fiille ulaşılacak amaçta bulmaz; onu yapmaya sevk eden ilkede/maksimde bulur. İyi niyet hariç, bu dünyadaki hiçbir şey sınırsız biçimde iyi olarak kabul edilemez. Niyetin iyi olma sebebi, ne niyetin doğurduğu sonuçların iyi olması ne de arzulanan sonuca ulaşabilme imkânıdır. İyi niyetli olma sebebi ya kişinin kendinde iyi olması ya da niyet ettiği şeylerin iyi vasfı taşımasıdır ki bu felsefe, “Ameller ancak niyetlere göre değer kazanır” anlamındaki hadisi akla getirir. Kaynaklarda, bir sahâbînin kişisel beklentiler sebebiyle hicret etmesi üzerine varit olduğu belirtilen bu hadisteki “niyet” kavramı bazı âlimlere göre yeminle ilgili konulardan evlilik ve boşanma gibi meselelere kadar çok geniş bir spektruma sahiptir.
Kant’ın ahlak felsefesindeki “iyi” kavramı İslam geleneğindeki “hüsün-kubuh”u (iyi-kötü) özsel vasıf olarak tanımlayan Mu’tezilî perspektifi anımsatır niteliktedir. Bu perspektife göre iyi kendinde iyidir, yoksa Allah’ın onu iyi olarak tanımlamasıyla iyi değildir. Allah sadece iyinin iyi olduğunu bildirir. Müslümanların kendileriyle ve başkalarıyla birlikte yaşama tecrübesinde iyiyi hâkim kılacak ahlak anlayışında Allah’ın mahlûkatına şefkat ilkesini dikkate almak gerekir ki bu ilke Yunus Emre’ye nispet edilen, “Yaratılanı severim yaratandan ötürü” sözünü akla getirir. Bu söz ilk bakışta çok romantik görünebilir; fakat ahlâkî yaşantının temel amacı fazilete talip olmaksa, bu durumda Yunus’un sözüne hak vermemek elde değildir.
Ne var ki biz müslümanlar bugün din, mezhep, etnisite gibi hiçbir şeyi ayrışma ve ayrıştırma unsuru olarak görmeksizin insanı sırf Allah’ın yarattığı bir varlık olarak sevmek ve birlikte yaşama kültürü geliştirmek şöyle dursun, aynı dine, hatta aynı mezhebe mensup olduğumuz halde sırf meşrep ve görüş farklılıklarından dolayı birbirimize çok galiz şekilde küfretmeyi gayet normal bir şey olarak görebilecek kadar nobranlaşmış haldeyiz. Bunun temel sebebi, bir değerlendirmeye göre “tek Allah’ın vechi” çerçevesinde Muhyiddîn İbnü’l-Arabî, Mevlâna Celâleddîn Rûmî gibi mutasavvıflarca geliştirilen sıcak, yumuşak ve pozitif dil yerine, daha ziyade kelam ulemasının “soğuk ontoloji” diye adlandırabileceğimiz, “tek Allah’ın vechi”nden önemli ölçüde yoksun bir dil kullanmış olması ve müslüman çoğunluğun bu dile sahip çıkması ile ilgilidir. Hâlbuki Kur’an’da yer aldığı şekliyle tevhid anlayışı, kimi mutasavvıflar ve filozofların daha iyi keşfettikleri üzere “sıcak ontoloji”ye, yani Allah’ın vechine nispetle kâinatı ve beşeriyeti varoluşsal formatlar içinde değerlendiren bir anlayışa işaret etmektedir.
***
Müslümanın kendinden başkası veya öteki ile bir arada yaşama hukukunun nasıl değerlendirilmesi gerektiği meselesinde en önemli ve öncelikli husus, her bir müslümanın en yakınındaki ötekiyle ilişkisini ıslah etmesi gerektiğidir ki her birimiz için en yakın öteki, tasavvufî geleneğin derin anlamlar yüklediği kendi benimiz, nefsimizdir. Şems 91/8. ayetin ima ettiği üzere, “insanoğlu şeytanını içinde taşıyan bir varlıktır” denebilir. Bu şeytan bizim iç ötekimizdir ki her birimiz bu ötekimizi berikileştirmedikten, yani kendi benimizle barışık hâle gelmedikten sonra, başka insanlarla silm, sulh, salah ve selamete dayalı bir yaşam kültürü geliştirmemiz pek mümkün değildir. Her birimizin hayatında kendimizle barışık veya kavgalı olma hâli çok önemli bir yere sahiptir. Şayet biz ontolojik ve teolojik meseleler yahut güncel ve konjonktürel problemlerle ilintili biçimde kendi iç dünyamızda kavgalar yaşıyorsak, bu kavga ve gürültünün salt sinemizde mahfuz kalıp dışarıya yansımaması insan doğasına aykırıdır. İç dünyamızdaki kavganın dış dünyaya ve insanlara olumsuz yansımaları kaçınılmazdır.