Gerçek, hamaset kaldırmayacak kadar basit
Problemler karşısında ne kadar yüksek sesli, hamasi ve komplocu laflar edilse de çözüm her zaman makul olmaktan geçer. Bunun istisnası yoktur. Hamasetle çözülen bir ciddi problem görülmemiştir. “Dış güçler, baronlar, akıllar, birileri, bazıları…” vesaire esrarengiz kelimeler, gerçeği ifade etmeye değil durumu kurtarmaya yarar. Gerçekle yüzleşmek ise çoğu kez böyle afilli kelimeleri unutmakla mümkündür.
Son ayların en ciddi ekonomi meselesi olan döviz kuru yükselişi ve ekonomideki daralmada da durum bu tanımın dışında değildir. Kabaca tarif edecek olursak; Türkiye’nin her yıl mutlak surette dünyadan bulması gereken para vardır. Mesela bu yıl sonuna kadar bulmamız gereken para 173 milyar dolardır. Geçen yıl 150 milyar dolar civarındaydı. Petrol, gaz gibi doğal enerji kaynaklarımız olmadığı için; üretmeyen ve yüksek teknolojide yarışamayan bir ekonomi olarak kaldığımız müddetçe ve para harcamadan duramadığımıza göre durum ne yazık ki böyle…
***
İhtiyacımız olan paranın yüzde 80’e yakını düzenli olarak Avrupa para piyasaları ve fonlarından gelmektedir. Geri kalan kısmı ABD’den ve çok azı da diğer ülkelerden. Türkiye’nin finansman açığını temin eden bu ülkelerdir. Bu “haçlı ittifakının alayına birden” hakaret etmek serbest ama bu sadece bazı yürekleri soğutabilir, bazı hisleri coşturabilir, o kadar.
Gerçek ise şu; Bu ülkeler finansman tedarikini keserse; yani, borçlanma bonolarına para yatırmazsa, borsaya gelmezse, çeşitli finansal araçlara yüz vermezse sistem aksamakla kalmaz, çöker.
Gerçek aynı zamanda şöyle bir şey: En yüksek hamasi hislere sahip olanlarımız dahil herkes dışarıdan para gelmediğinde işsiz kalır, hastaneye bedava gidemez, asgari ücreti zamlanamaz, vergi affı göremez, trafik cezası indirimi alamaz ya da arabasını değiştiremez veyahut da çok sevdiği cep telefonunu yenileyemez. Artık kim ne kadar dayanabilirse… Cari açığı finanse edemezsek (mesela geçen yıl yüzde 7.4 olan) yüksek büyüme de gider refah da.
Gerçek aynı zamanda şöyle de birşey: Avrupa’dan, ABD’den ve dünyadan para gelmeseydi ne Osman Gazi Köprüsü’nü yapabilirdik ne Yavuz Sultan Selim’i ne Avrasya Tüneli’ni… Ne de ‘dünyanın kıskandığı’ üçüncü havalimanını… (Bu arada, bizi en çok kıskanan Almanya’nın geçen yıl 36 milyar euro bütçe fazlası verdiğini ve şimdi bu parayı nasıl harcayacaklarını tartıştıklarını da belirtelim. Madem paraları var ve borçları da yok, bizi kıskanmak yerine neden daha büyük bir havaalanı yapmıyorlar mesela!)
Gelelim meselenin öteki yanına… Bütün o öfkelenmeye, efelenmeye rağmen bugüne kadar ne Avrupalı ne de Amerikalılar, yani, ne “dış güçler”, ne “faiz lobisi” ne de “baronlar” Türkiye’ye para vermeyi kesti. 15 Temmuz’dan önce de verdi sonra da. Referandumdan önce de verdi sonra da. Afrin’den önce de verdi sonra da. Türkiye’nin ne kadar paraya ihtiyacı varsa o para eskiden olduğu gibi bugün de geldi, geliyor. Ne frene basan oldu ne Türkiye’yi cezalandıran ne de oyun oynayan.
***
Sadece biz içeride gerilimi artırdığımızda, hukuku, demokrasiyi azalttığımızda aldığımız borcun faizi biraz daha yükseliyor. Biz risk ürettikçe faturamız şişiyor. Adamlar garantili ve uzun vadeli kazanç için esasında istikrarı tercih eder ama biz gürültü yapıp sonuçta yüksek faiz vermeye gönüllü olunca da canlarına minnet…
Biz biraz daha hamaset yapınca, bu kez dışarıdaki yatırımcıyla birlikte içerideki yatırımcı da risk hissederek huysuzlanıyor. O zaman da dolar ve euro kuru artıyor.
Yani herkes kendi işine bakıyor, kazancını artırmaya çalışıyor. Ortada ne esrarengiz bir durum var ne de ticari kar/zarar mantığa aykırı bir uygulama. Nitekim son hafta yaşanan yüksek kur artışı karşısında Merkez Bankası bazı önlemler aldı ve ateş biraz düştü. Kur belki hâlâ çok yüksek ama şimdi en azından bunu indirmek için izlenmesi gereken yöntem biliniyor. Genel olarak da demokrasi ve hukuk zemininin güçlendirilip reform yapılması gerçeği kendisini her problemde gösteriyor. Bu da bir keşif sayılmaz zira daha birkaç yıl öncesine kadar yaşanan Türkiye’nin en parlak yıllarının yöntemi demokrasi ve reformdan başka bir şey değildi.