Zamanın biraz dışından
Yedi arkadaşla yaptığımız yolculuğa devam ediyorduk.
Eski Zigana geçidi yolundan Gümüşhâne’ye doğru ilerlerken yolların kenarında yer yer rastladığımız karlardan alıp yemeden edemedim. Böylece yılın ilk karını da tatmış oldum. Etrafımızı çevreleyen bütün dağların tepesi karlarla kaplı yolda ilerlerken rastladığımız elma yahut alıç ağaçlarının hatırını sormadan geçemiyorduk.
Önemini hâlâ koruyan Trabzon-İran ticaret yolu işlevini de gören güzergâhtaki bir tipi sığınağı dikkat çekiciydi. Tipide yolunu kaybedenler için bir sığınak olarak inşâ edilen ve zil/çan gibi bir düzenekle tipizedelere hizmet veren bu yapıyı dimdik ayakta gördüm.
Gümüşhane girişinde henüz inşâ hâlinde gördüğüm bir câmi kubbesi ise bendenizi tam anlamıyla dumura uğrattı. Artık bu kadarı olamaz dedim ama oluyordu işte. Zira kubbenin altı bildiğiniz birkaç katlı apartman idi. Eğer orası bir konut ise kubbeye müsaade edilmemeli, eğer cami ise kubbenin altındaki konuta müsaade edilmemeli değil miydi? Değildi galiba.
Bu acayipliği üzerimizden atamadan bir çay içip menzilimiz olan Uğurtaşı köyüne doğru tırmanmaya başladık. Yolumuz üzerindeki bir sarı erik ağacında mola verdik, ikinci mola ise yoldaki bir kayayı yolun dışına atmak için iki arkadaşımızın araçtan inip dünyaya bir iyilik bırakması sırasında oldu.
Köye vardığımızda biraz şaşırmadım desem yalan olur. Yaklaşık 2000 metre yükseklikteki köy oldukça bakımlı, şaşırtıcı evlere sahip bir köydü. Bir kilise kalıntısı dışında ilginç mimarili bazı yeni yapılmış evler de câlib-i dikkatti.
Buradaki evsahibimiz ve rehberimiz Günhan Bey, bu köyü ve çocukluğunun, babasının, dedesinin yaşadığı eski ve yeni evleri bize ayrıntılı olarak gezdirdi. Merekler dâhil, damdaki loğ taşı, küçük güzel câminin dersliği, orada burada açmış bakımlı güller…Hepsi de hatıraları ve köyü oluşturan cüzler olarak resm-i geçit yaptılar. İçimizden bazı arkadaşlar ve özellikle strateji uzmanımız Aydın Bey mangalda kül, hedefte vurulmadık nişâne bırakmadılar.
Fakat köydeki asıl darbeyi yaklaşık 150 yıl önce inşâ edilen bir evde alacağımızı bilemezdim. Abdülmecid’in sınıf arkadaşı olan ve bölgede Şahbenderler olarak bilinen bir ailenin yaptırdığı bu köy evi içindeki usta işi hatlar ve odalarda hiç bozulmadan duran duvar süslemeleri ile öylece duruyordu. Bu köy evi dışında Gümüşhane merkezde bulunan Şahbenderler Konağı ise asıl büyük yapı imiş.
Şahbenderlerin torunu Muhammed Erol Bey, bize tereyağı, karakovan balı, çay ve iki cins ekmekten oluşan muhteşem bir sofra hazırlamıştı. Soba tabii ki bütün haşmetiyle yanıyordu. Hava zil gibi açık ve bizler de doğrusu uzun yolculuğun etkisiyle epey açtık. Telefon filan da çekmiyordu sofranın olduğu bölümde. Sonrasi iyilik sağlık tabii.
Dönüş yolunda köyün tek tük ışıkları arkamızda kalırken gökteki ayın çocukluğumda olduğu gibi bizimle birlikte geldiğini gördüm minibüsün penceresinden. Trabzon’a vardığımızda mütehassıslarının deyimiyle biraz özel bir balık olan mezgit balığınınn ahvâline dair bazı kelamlar edildi mezgit sofrasında.
İyi demlenmiş çayları müteakip yeniden Sürmene’deki Koyuncular köyünün yolunu tuttuk. Gecenin ilerleyen saatlerinde Alper Bey, merhum babasının bu köydeki keser imalatçılarını örgütlemesinden çıkıp İstanbul’da sanayiciliğe geçişinin kısa tarihini anlattı. Bugün uluslararası ölçekte bir imalatla ülkemizin gözde bir sanayi kuruluşu hâline gelen yapının arka planını dinledik.
Sabah Trabzon’dan İstanbul’a havalanırken aklımızda dağlar, karlar, dereler, şehirler, evler, farklı mimariler, bazı balıklar, eşsiz sohbetler, yeni dostluklar ve memleketimizin güzelliği kalmıştı. Bir de yeni seyahat planları. Nasip. Ömür, öyle de böyle de geçiyor işte.