Üst akıl paradoksu
“Üst akıl” siyasiler için de, analistler için de kullanışlı bir kavram. Açıklayamayacakları, açıklamak istemeyecekleri olayları neredeyse tanrısal güç atfettikleri bir merkezin tasarımına bağlayabiliyorlar. Türkiye gibi imparatorluğu çökmüş, yakın geçmişinde benzeri kavramlar sıklıkla kullanılmış bir ülkede de sebep sonuç ilişkisi atfedilen bu güç prim yapıyor, açıklayıcı olduğuna inanılıyor.
Ancak siyasi açıdan kullanışlı olan bu kavram içinde kullanıcısının anladığında hiç de hoşlanmayacağı bir paradoks barındırıyor. Çünkü tam olarak adını koyamadığınız, tespitini dinleyenin, okuyanın hayal gücüne bıraktığınız bu amorf merkez akla ve tabii ki güce referans veriyor. Tercihlerinizden bağımsız olarak, ama genellikle de sizi kıskandığı için harekete geçiyor ve olmadık kötülükler yapabiliyor.
Siz ise bu üst akıla karşı çaresiz kalıyorsunuz, onunla mücadelenizi kendisinden şikayet ederek yapıyorsunuz. Sizi sevenlerin, gücünüze inananların olan bitenden hayal kırıklığına uğramamasını sağlamaya çalışıyorsunuz. Ancak aynı zamanda çaresiz, yani güçsüz olduğunuzu itiraf ediyorsunuz. Üst akılın sürekli size karşı çalışmasını durduramadığınızı söylüyorsunuz. Güçlü olduğunuzu düşünmesi gereken insanlara hiç vermemeniz gereken bir mesaj veriyorsunuz.
***
Oysa güçsüz değilsiniz. Elinizin altında düşündüğünüz zaman bulabileceğiniz, olayların akışını değiştirebileceğiniz sayısız imkan var. Nitekim aradığınızda buluyorsunuz da, dengeler değiştiğinde yeni siyasetleri gündeme getiriyorsunuz, yeni tehditlere karşı yeni ortaklıklar kuruyorsunuz. İsrail ile barışma, Rusya ile yeni bir sayfa açma, Mısır ve Suriye ile ilişkileri normalleştirme gayreti içine girme boşuna değil.
Doğru, üst akıl olarak tanımladığınız, diyelim ki Amerika da boş durmuyor, kendi çıkarlarını korumak için bizim hiç de hoşumuza gitmeyen işler yapabiliyor. Ama bu zaten istisna değil kural, içinde yer aldığımız devletler arası sistemin doğasında var. Herkes kendi çıkarını optimize etmeye çalışıyor, kendisine yönelik tehditleri en az maliyetle bertaraf etmeye öncelik veriyor. Amerika da aynı şeyi yapıyor, Türkiye de.
Çıkarları ya da çıkar olarak tanımlanan “değerleri” korumak için ille de çok akıllı ve güçlü olmak gerekmiyor. Dünya siyasetini iyi okuyan küçük devletler de çıkarlarını pek ala koruyabiliyor. Hatta bu konuda “küçük devlet gücü” diye tanımlanan koca bir literatür bile var. Çoğunluğu İskandinav ülkeleri üstüne çalışan araştırmacılar demokrasinin, diplomasinin, coğrafi konumun devletlere dış siyasetlerinde kullanabilecekleri imkanlar sağladığını anlatıyor.
Türkiye’nin son iki yüz küsur yıllık tarihine bakıp dünya siyaseti üstündeki etkisinin elindeki imkanların çok ötesinde olduğunu söyleyenler de hiç az sayılmaz. Bir zamanlar Boğazlara sahiplikten kaynaklanan gücümüzü kullanırdık, şimdi başka kozlarımız var. Unutmayalım ki Türkiye yaşadığı tüm sorunlara rağmen olayların akışını, dünyadaki değilse bile bölgesindeki dengeleri değiştirebilecek, elinde önemli imkanları olan bir ülke.
Yeter ki bir yandan kendini, diğer yandan dünyayı dev aynasında görmesin, iç tüketim için abarttığı gücü ve etkisine siyasi liderliği de inanmasın. Dünyaya sahip olduğundan daha fazla anlam, akıl ve güç atfetmesin. Açıklayıcı olmayan, komplo teorilerini çağrıştıran, üstelik de kendini hak etmediği kadar güçsüz gösteren bir kavrama sarılmasın. Rasyonel düşünebilsin, “gerçek çıkarlarının” nerede olduğunu görebilsin.
***
Bence Cumhurbaşkanı Erdoğan başta olmak üzere bu kavramı kullanışlı bulan tüm sivil ve siyasi kanaat önderlerinin artık onu terk etmesi, yeni bir anlayış benimsemesi gerekiyor. “Üst akıl” kullanım değerini yitirdi, siyasetteki ömrünün sonuna geldi. Altı-üstü her açıdan oyuldu. İçinde barındırdığı paradoks, çağrıştırdığı güçsüzlük ve çaresizlik anlatılabilir, anlaşılabilir olmaktan çıktı. Ayrıca ima ettiği ülkeyle de Türkiye’nin, özellikle de iktidar bloğunun ilişkilerini iyileştirme zamanı çoktan geldi.
Komşularımızla olan sorunlarımızı çözeceksek, güney komşumuz haline gelen Amerika’yla da sorunlarımızı çözmemiz, IŞİD’e ve PKK’ya karşı mücadele başta olmak üzere, çıkarların örtüştüğü noktaları çoğaltmamız gerekiyor. İsrail ile normalleşme, Suriye politikasında farklılaşma bu yönde atılmış önemli adımlardı. İfade özgürlüğü, azınlık hakları, hukukun üstünlüğü gibi alanlarda da normalleşirsek, başımıza gelen her kötülükten Amerika’yı sorumlu tutmaktan vazgeçersek, biraz da iğneyi kendimize batırırsak bu “komşumuzla” da bambaşka bir ilişki biçimi geliştirebiliriz…