Kimin ne dediği değil bizim ne yaptığımız önemli
Cumhurbaşkanı Erdoğan Pazar sabahı hoş bir sürpriz yaparak Ermeni Patrik Vekili Aram Ateşyan’a 1915 olaylarını anma ayini sırasında okunmak üzere bir mesaj gönderdi. Osmanlı Ermenilerinin hatıralarına sahip çıkacağımızı, bin yıla uzanan ortak yaşam kültürümüzü yeniden hatırlamayı ve hatırlatmayı sürdüreceğimizi söyledi. “Ebediyete intikal etmiş olan Osmanlı Ermenilerini bir kez daha saygıyla anıyor, hayatta olan yakınlarına taziyelerimi sunuyorum” dedi.
Bu mesajdan diasporanın ya da Ermenistan’ın mutlu olup olmadığına emin değilim. Bazıları mutlaka mutlu olmuştur. Ama pek çok insani sorun gibi bu sorun da araçsallaştırıldığı için belli bir siyasi hedefe varmak amacıyla 1915 trajedisini kullananlar açısından hoşa gidecek bir açıklama sayılmaz. Ne de olsa ellerinden bir koz daha alındı. Ancak bu tür açıklamaların zaten başkalarını mutlu etmek için yapılması gerekmiyor. Önemli olan Pazar günkü yazımda belirttiğim gibi bizim hatırlamamız, bizim unutmamamız.
Türkiye en üst düzeyde unutmadığını, ölen insanlarına sahip çıktığını vurguladı. Hem de bunu soykırım tartışmasının hiç gündemde olmadığı, Obama’nın ne diyeceği üstünde konuşulmadığı, dahası Azerbaycan ile Ermenistan’ın ciddi şekilde karşı karşıya kaldığı bir dönemde yaptı. Bu yüzden çok daha kıymetli, çok daha önemli. Umarım bundan sonraki yıllarda da bu tür mesajlar verilir ve yayınlanır. Hatta isteyenlerin 24 Nisan’da altına çiçek koyabileceği bir anıtı da olur.
* * *
Tüm bunları yapabiliyor, konuşabiliyor olmamızın sevindirici yanlarından biri de soykırım travmasını atlatmamız, artık diplomatik enerjimizi başka alanlara kaydırabilme imkanına kavuşmamız. Daha birkaç yıl öncesine kadar Mart-Nisan ayları kim ne diyecek, nerede hangi soykırım tasarısı çıkacak diye beklemekle geçerdi. Türkiye büyükelçilerini çeker, protesto notaları verirdi. Oysa bir ülkenin 1915 yılında yaşananları soykırım olarak adlandırması ne hukuki ne de pratik sonuç doğurabilecek bir gelişmeydi.
Hukuki bir kategori olarak soykırım suçu, birileri bu suçu işlemesin, işlerlerse yargılansın diye tanımlanmıştı. Suçlular bu suçun işlendiği ülkeler değil işleyen insanlardı. Tıpkı diğer suçlar gibi yargılanmaları, hangi eylemleriyle bu suçu işlediklerinin tespiti ve cezalandırılmaları gerekmekteydi. Birileri suçun tanımı üstünden suçluyu da tespit ederek işlenen cürmün soykırım suçuna tekabül ettiğini söyledi. Türkiye de hayır değil dedi. Evet ile hayır cevapları arasındaki tartışma sonucu suçlu unutuldu, suçun işlendiği ülke suçlanmaya başlandı.
Her iki taraf da konunun özünden uzaklaştı. Oysa 1915 trajedisinin yaşanmasından bilerek ya da bilmeden sorumlu olanlar eğer 1948 tarihli bu suç kategorisini tanımlayan sözleşme geriye işlemiş olsaydı, zanlılar (hayatta olmaları halinde) yargılanacak, suçluysalar mahkum olacaklardı. Mahkum edilen Türkiye değil, mahkum eden Türkiye olacaktı. Çünkü zanlılar Türkiye Cumhuriyeti mahkemelerinde yargılanacaktı. Ancak zaman içinde bu mantık tersine döndü, biz bir yandan zanlıları korurken, diğer yandan soykırım suçlusu olarak görülmekten korktuk.
* * *
Bir başka korkumuz da bazı Ermenilerin taleplerini ciddiye almak, soykırım suçu ile tazminat arasında bağlantı kurmak oldu. Kimilerimiz de soykırım suçunun ülkenin yönetiminde bir zamanlar yer almış bazı insanlar tarafından işlenmemiş olması halinde, Türkiye’den toprak talep etmenin meşru hale gelebileceği vehmine kapıldı. Oysa iki korkunun da hiçbir maddi temeli yoktu. Sorunumuz özgürce tartışamamak, yaratıcı çözümler üretmemekti.
Türkiye son yıllarda çok sorun yaşadı, ifade özgürlükleri kısıtlandı. Ancak kabul edelim ki 1915 trajedisi konusunda önemli aşama kaydedildi. Soykırım tabusu yıkıldı, Orhan Pamuk’un Nobel almasına bile sevinemeyen, en popüler gazetesinin manşetinden Hrant Dink’i hedef gösteren bu ülke ciddi şekilde değişti. Diasporaya açılım yaşandı, taziye mesajları yayınlandı, sivil toplumun Ermenistan ve daha pek çok yerle temasları cesaretlendirildi. Parlamentosuna üç Ermeni milletvekili katıldı. Bir başka Ermeni ise Başbakan danışmanlığına getirildi.
Şimdi sıra diğer sorunların çözümünde, siyasi gerilimlerin düşürülmesinde, dünyayla barışılmasında. Birkaç haftadır önemli değişimler yaşanıyor. İsrail ve Mısır’la ilişkilerin normalleşmesi için çaba harcanıyor. Vize konusu Türkiye ile Avrupa Birliği’ni birbirine yakınlaştırıyor. Türkiye Suriye’ye girmemekte direniyor. Rusya ile sorunlarını aşmak, Suudi Arabistan ile İran arasına sıkışmamak istiyor. Gazetelere başlayabilecek yeni bir barış sürecinin parametreleri yansıyor. Barış çağrısına imza atan akademisyenler tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılıyor. Hep böyle sürmesi dileğiyle…